- Türk Telekom Telekomünikasyon Müzesi - 27 Ekim 2023
- Kars, Zamanı Yitik Şehir - 25 Eylül 2023
- Çeşnigir Kanyonu ve Köprüsü - 19 Aralık 2022
Siste Yürümek…
“Çölünü bana ver, göl senin olsun… ”
Ümit Yaşar Oğuzcan
Kent yaşamı ruhumuzu bir ağaç kurdu gibi kemirirken, Yol Arkadaşım Grubu ile bir göl yolculuğuna çıktık. Doğada zaman geçirirken yaşamla birlik içinde oluruz. İster bir orman, bir dere, bir dağ ya da göl olsun iç dünyamıza yolculuk başlar. Rota Bolu Abant gölü idi. Giderken yol boyunca Calvino” nun sözü dimağımda çınladı. “Hep başın arkaya dönük mü ilerlersin sen?” ya da “gördüğün şey hep geride kalan mıdır?” ya da daha doğrusu “yalnız geçmişe mi senin yolculuğun?”
Abant, Bolu’ya bağlı olan Mudurnu’nun kuzeydoğusunda doğal güzelliği ile ünlenmiş güzel bir göl. 1988 yılında bitki örtüsünün çeşitliliği nedeniyle Tabiat Parkı olarak koruma altına alınmış. Çarpık elips şeklinde olan gölün en derin yeri 18 metreymiş. Abant, eski bir Yunan adıymış, derler. Bazı söylencelere göre “Abbas” ismi ile ilişkilendirilmiş efsanevi bir Türk adı olarak da geçiyor. Dağlık bir bölge. Dağlar Batı Karadeniz silsilesinin uzantıları , Abant ve Keremli adı verilmiş bu uzantılara. Abant Gölü, Kuzey Anadolu fay hattındaymış. Abant Gölü’nü dışarıdan Taşan deresi, kar suları, Dirgene çayı ve birkaç küçük dere ile besliyormuş. Dere vadisinde meydana gelen bir heyelan sonucu oluşmuş. Göl sularını kuzeydoğu ucundan boşaltıyor, Filyos çayının kollarından olan Bolu çayına dökülüyor. Abant dağlarının en yüksek tepesi gölün güneybatısındaki 1770 rakımlı tepe. Abant gölü, çevresinde çam, göknar ve kayın ağaçları olan ormanla çevrili. Göl aynı zamanda Abant alası ve su samurunun ( Lutra lutra) koruma alanıymış. Su samurlarını görebilmek için sabah güneş doğmadan samurların yuvalarının olduğu yere gelip beklemek gerekiyormuş.
Deniz seviyesinden 1350 metre yükseklikte olan gölün, yer altında meydana gelen tektonik çöküntülerle geldiğini söylüyor bilim adamları. Ama ben Abant gölü efsanesinden bahsetmeden geçemeyeceğim. Bir zamanlar gölün olduğu yerde bir tarla varmış. Buradaki kilisede yaşayan iki papaz bu tarlayı ekip biçiyor köylüleri besliyorlarmış. Tarlayı sürerken kullandıkları saban ve öküzün boyunduruğu altından yapılmış. Bir süre sonra öküz ölmüş, papazlar tarlayı sürememişler. Köylüler yas tutmaya başlamış. Açlık ve kıtlık başlamış, tarla taşla dolmuş. Köylüler kiliseye saldırmışlar. Taş dolan tarla birden alev almış ve ortasında kocaman bir delik açılmış. Papazlar, bu olayı kutsal öküzün ölümü ilişkilendirip açılan delikten içeri altın boyunduruğu ve sabanı atmışlar. Birden gökyüzü aydınlanmış ve delikten sular fışkırmaya başlamış. Taş tarlanın yerinde şimdiki göl oluşmuş, diye anlatılır.
İskender Pala, “Bütün mesele ırmak olup koşmalı mı; yoksa göl olup dinlenmeli miyim sorusunda düğümleniyor.” diyor. Göl mavi, göl dingin… Gölün durgun yüzeyine yansıyan gri bulutlara bakarken gözlerimdeki sisi siliyorum. Grupla birlikte zirve yapmak üzere tepeye tırmanmaya başlıyoruz. Gökyüzü bizi sevindirerek konfeti şeklinde karı yağdırıyor üzerimize. Yükseldikçe sis artmaya başladı. Eski Türkler doğada bazı gizli güçlerin olduğuna inanırlardı. Dağ, tepe, kaya, ırmak, göl, deniz, mağaraların bir ruhu olduğunu düşünürlerdi. Belki arkamızdan tatlı su gölünün kıyısına gelen orman perileri bizi izliyordur.
1532 metreye ulaştığımızda kar yağışı altında yavaş yavaş çöken sis yoğunlaşmaya başladı. Teras olarak adlandırılan ve göl manzarasının seyredildiği yerde mola verildi. Yoğun sis, gölü bizden sakladı. Grup lideri Aytekin Gültekin sisin daha da arttacağını zirve çıkışının mümkün olmadığını açıkladı. Siste yürümek riskliydi. Fotoğraf çekimlerinden sonra geri dönüş başladı. Sisin içinde kaybolarak yürümeye başladık. İnsan sisin içinde silikleşmeye başlarken aslında hürleşmeye de başlıyor. Sanki bir oyunun içindeymişsin gibi. Hayatın ortasında belirli bir alanla tanımlanan insan, görünümler silinirken karmaşayı da siliyor. Anlam somutlaşmaya başlıyor. Siste yürürken ufuğu göremezsin, görünmez olursun, yalnızsındır. Bulutumsu griliğin içinde neyin var olduğunu, yakınlığı uzaklığı tahmin edemezsin. İçindeki ince bir heyecandır sis… “ne tuhaf, siste yürümek! / her çalı, her taş ıssız, /ağaçlar görmüyor birbirini, / hepsi de yalnız…” (Hermann Hesse) Doğada içine girdiğimiz sis bize tatlı duygular hissettirirken, yaşamın sisi içimizde ekşimtırak bir tat bırakıyor.
Göldeki piknik alanına indikten sonra arkamızda kalan orman sanki geç sonbaharı yaşıyordu. O güzelliğe dokunup, yerdeki kahverengi yapraklarla vedalaştıktan sonra göl çevresinde yürüyerek 12 kilometrelik parkuru tamamladık. Göl kenarında Abant Köy Satış Merkezi var. Yöre sakinleri kurdukları tezgahlarda ürünlerini satıyorlar. Yürürken yanımızdan geçen süslü faytonlar, at binip gezintiye çıkanlar atmosferi güzelleştiriyor. Parkur sonunda piknik alanında hazırlanan mangalda köfte ve sucuk şöleni, semaverde çayımız bizi bekliyordu. Dilek’in hazırladığı enfes sıcak şarap, sürprizler soğuğu unutturdu. Hiçbir ateş dostluk ateşinden sıcak değildir.
Coelhe’ nin Simyacı kitabında Narcissus’un ( Nergis çiçeğinin mitolojik hikayesi) mitinden söz edilirken, Oscar Wilde’nin de hikayeyi başka bir şekilde bitirdiği anlatılır. Mitin sonunda orman perisi olan Oryaslar, göle neden ağladığını sorarlar. Göl bir süre sessiz kaldıktan sonra, “Narcissus için ağlıyorum, ama onun yakışıklı olduğunu hiç fark etmemiştim ben. Narcissus için ağlıyorum, çünkü sularıma eğildiği zaman, gözlerinin derinliklerinde kendi güzelliğimin yansımasını görebiliyordum.”, der… Abant gölünün dingin sularında, çoğumuzun egolarımızdan sıyrılıp Narcissus’un güzelliğini görebildiğini umuyorum.
Abant Gölü her mevsim güzel ama kışın kar altında bir başka güzelliğe bürünüyor. Daha önceki gidişlerimden birinde çöp poşeti ile tepelerden çocuklar gibi kayışımızı hatırlıyorum. Dudağımın kenarında ince bir gülümseme, içimde aynı coşku ve heyecanı hissederek… Bu güzel etkinlik için; Yol Arkadaşım Trekking Grubu lideri Aytekin Gültekin’e, ekip arkadaşları Dilek Gültekin ve Hakan Aydın’a, teşekkürler.Hayat yolunda rotalarınız hep açık olsun…