Şu sıralar öğrenci okurlarımla Zoom üzerinden yaptığım söyleşilerde şu soru özellikle çıkıyor karşıma: “Ben de yazar olmak istiyorum, ne yapmalıyım sizce?” Ya da, “Ben de bir kitap yazdım, ama…” İlk soruya genellikle yazar olmanın bilete tabi olmadığını, ilk koşulun disiplinli bir okuma sürecini gerektirdiğini söylüyorum. Bazen de “Yazmak mı istiyorsunuz? Yazın öyleyse. Elinizden tutan mı var!” diyorum. Henüz çocukluğunu ya da ilkgençliğini yaşayan ama kitap yazdığını iddia edenlere başarılar dilemekten başka ne yapabilirim ki! Yazdıklarının kitap olduğuna hemencecik inananların karşısına geçince, ya da yol göstermeye kalkınca başınıza neler geleceğini tahmin ediyorsunuzdur herhalde.
Geçenlerde bir dostum, “Birinin senden uzaklaşmasını istiyorsan ondan borç iste,” dedi. Ben bu gerçeği başka türlü yaşıyorum: Birinin benden uzaklaşmasını istiyorsam ya kitaplarımı (sözgelimi imgelem’daki yazılarımı) okumasını istiyorum, ya da en az on altı sayfa yazıp okumam için bana getirmesini… Dönemeç’in mutfağında az buçuk yetkili gibi çalışırken yazdığı şiiri yayımlanması için dergimize getiren genç arkadaşlardan yazdıklarını beğendiği bir şairin kendi seçtiği bir şiiri üzerine bir A-4 kâğıdı oylumunda duyumsama çalışması yapmasını ve gelecek hafta sonu bize getirmesini isterdim. Birçoğunun yüzünü bir daha hiç görmedim, inanın.
Oktay Akbal, “Yazmak, yaşamaktır” derdi. Çok doğru. İnsan yaşama yazarak müdahale ettiğinde ayrıntıları daha net görebiliyor. Tıpkı ressamlar gibi. Ya da müzikçiler, sinema ve tiyatro oyuncuları gibi. Çünkü yazarken “söz”le, dolayısıyla insanı insan eden bilinçle ilişki kuruyorsunuz. Ha, herkes öyle mi yapıyor, diye soracak olursanız… Tabii ki evet diyemem. Nitekim yazma heveslisi birçoklarının emeklerinin çok büyük bir kısmını esere değil de tanınma/tanıtma alanına kaydırdıklarını üzülerek görüyoruz. Sanırım tek başlarına hiçbir değerlerinin olmadığını düşünüp kendilerine yakın buldukları grupların içinde var olmaya yöneliyorlar. Yöneliyorlar çünkü grup içinde rahat ediyorlar, eleştiriden uzakta yaşamanın tadını çıkarıyorlar, o grupların içinde birbirlerine gaz vererek tutunuyorlar. Bir tür cemaatçilik yani. Bizden olma ya da olmama durumu… Tabii böyle olunca, yani “aman kırılmasın, kimseyi kırmayayım” tabanlı yaşamaya başlayınca (ki buna düpedüz riyakârlık denir); dilde, üslupta, anlatımda, dilbilgisi kurallarında hatalar hataları kovalıyor. Kitapları yayımlanan bazı yazarların hâlâ “tabi” ile “tabii” arasındaki farkı bilmemelerinin, “inanılmaz”dan başka sıfat bulamamalarının, -de ve -da eklerinin kullanımında gösterdikleri kara cehaletin nedeni bütün şu saydıklarım olmasın!
Yazmak, yazabilmek, yazarak yaşamanın tadına varabilmek gerçekten güzel bir şey. Yazdığınız için belki bir otelde kıstırılıp yanarsınız, ama yine de güzel, güzel…