imgelem GEZİ Ulucanlar Cezaevi Müzesi

Ulucanlar Cezaevi Müzesi

Utanç tuğlalarıyla, parmaklıklarla
Örüldü yapılan her hapishane.
Oscar Wilde
İnsan susmalı… Öykü anlatıcısının sesine kulak vermeli. Her yazmayı düşündüğümde, beni susturan şeyin ne olduğunu bulmaya çalışıyorum. Çağdaş bir zamanda yaşıyoruz ama yamalı bir bohçayız aslında. Altı aydır yazmıyorum. Tutukluyum kalbimdeki demir parmaklıkların ardında. Kasım ayının güneşi penceremden içeri süzülüyor. Kalkıp bakıyorum görünen bir avuç gökyüzüne. Evden çıkıyorum, kentin gürültüsünün içinden süzülüp Ulucanlar Cezaevi’nin kapısından içeri adımımı atıyorum. İçerideki sessizliği duyabilecek miyim?

1920 yılında askeri depo olarak inşa edilip, 1925 yılında cezaevine çevrilmiş burası. Ankara  Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi veya Ulucanlar Cezaevi, 1925 ve 2006 yılları arasında Ankara’nın Altındağ ilçesinin Ulucanlar semtinde faaliyet göstermiş olan bir cezaevi. Türk siyasi ve edebi hayatında da önemli bir yere sahip olan Ulucanlar Cezaevi, restore edilerek müze ve kültür sanat merkezine dönüştürülmüş. 81 yıl boyunca insanların hapsedildiği, işkence gördüğü, infaz edildiği, kapısında bekleyen ana babaların eksik olmadığı bir cezaevi. Pek çok kişi girip çıkmış Ulucanlar Cezaevi’ne. Necip Fazıl Kısakürek’ten Nazım Hikmet’e; Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan’dan Bülent Ecevit’e uzanan geniş bir yelpaze. Gazeteciler, sinemacılar, şairler eksik olmamış soğuk koğuşlardan.

Ulucanlar Cezaevinde Koğuşlar

Geçmişe yapılacak yolculuğun ilk adımlarını atarken heyecanlıyım. Ana kapıdan girdikten sonra dikkat çeken bir tabela ile karşılaşıyorum. 9. Ve 10. koğuş olan “Hilton Koğuşu”na doğru yöneliyorum. Demir parmaklığı olan pencereden bakan adam içindeki hapishaneden çıkabilecek mi?

Koğuş, karanlık, soğuk ve rutubet kokuyor. Diğerlerinden farklı olarak iki katlı ve üst kattaki penceresinden az da olsa dışarısı görülüyor. Hilton’da şairler, yazarlar ve gazeteciler de kalmış. En zor anlarında bile mizah yapma yeteneklerini kullanıp koğuşa damgalarını vurmuşlar. “Hilton”un yanından tek kişilik hücrelere geçiyorum. İlk yıllarda “Müteferrika” diye adlandırılırmış burası. Koğuşlarda balmumu heykeller ve o dönemi yansıtan seslendirmeler var. Demir kapıların önünden geçerken işittiğim sesler içimi ürpertiyor. Koridor hiç bitmeyecekmiş gibi. Karanlık, soğuk dehlizlerden geçiyorum. Avluya çıktığımda derin bir nefes alıp mahkumların bu zor koşullara nasıl dayandığını merak ediyorum.

Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün
bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldamadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben…
Bahtiyarım…

Nazım Hikmet, bu dizeleri (1938) Ulucanlar Cezaevinin havalandırma alanında yazmış.

Avluda Bir Şeftali Bin Şeftali

7. Koğuşun önündeki sokağa “Şeftali Sokağı” adını vermişler. Meşhur bir sokak. Diyorlar ki, Yılmaz Güney şeftali ağacı dikmiş sokağa mahkumiyetinde, bu sebeple adı Şeftali Sokağı. Avlularda buradan gelip geçenlerin fotoğrafları var. Duvar dibine oturup gökyüzüne bakan mahkumları hayal ediyorum.

Yaklaşık 10 metre uzunluğunda 4-5 metre genişliğinde bir koridor olan “kapıaltı” tutuklunun cezaevine ilk adım attığı ve hoş geldin dayağını yediği yer. Görüşmeciler de mahkumlara getirdikleri yiyecek ve giyecekleri burada meydancıya teslim ediyormuş. Bir zamanlar firar etme girişimlerinin gerçekleştiği hamam, aslına uygun olarak restore edilmiş. Aynı yapıda altı koğuşu olan yere “tabutluk” diyorlarmış. İçeri girerken yukarı baktığınızda tavan tabut şeklinde görülüyor. Mahkumlara uygulanan psikolojik baskının bir diğer çeşidi de bu olsa gerek. Duvarlardan keder süzülüyor. Uzanıp tüm kederleri topluyorum avucumda, bir yaraya merhem olacakmış gibi.

“Seni bağırabilsem seni / Dipsiz kuyulara, akan yıldıza / Bir kibrit çöpüne varana, / Okyanusun en ıssız dalgasına, / Düşmüş bir kibrit çöpüne…” dizelerini Ahmed Arif, “Hasretinden Prangalar Eskiterek” burada yazmış. Koğuşlar o dönemi anlatan materyallerle donanmış. Gezerken bir belgesel izliyor hissine kapılıyor insan. Balmumu heykeller, mahkumların kullandıkları eşyalar sergileniyor camların arkasında. 6. ve 2.Koğuşta tanınmış kişilere ait belgeler ve eşyalar var. Nazım Hikmet’in Piraye’ye “Senin adını kol saatimin kayışına tırnağımla kazıdım…” dediği saat de bu müzede. “Ulu Kavak” adı verilen darağacının olduğu avluya çıkıyorum. Kafes içine almışlar bu ağacı. Ağacın olduğu alanda idam edilen kişilerin adları yazılan bir tabela var. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan ve daha pek çok kişi… Özürler bulmaya çalışıyorum ama yaşam ölümü gizliyor.

Hapishanenin hücrelerinde, karanlık koridorlarında, zindanlarında işkencelere ve ölümlere şahit oluyorum. Onlar sessizliğimizde ve korkularımızda yaşıyorlar. “Can Yücel, “Siyasi Şiirler“in birinde, bir mahkûmun işkencede başına gelenleri anlatır. Falakada patlatılan tabanlarından kopardığı deri parçalarını mahkemeye sunmak için kibrit kutusunda saklar mahkûm, yapılan aramada şüpheli nesneyi yakalatır. Mahkemede konuşmasını engellerler diye buldukları şeyin ne olduğunu söylemez. “Kibrit kutusunda esrar saklıyor,” diye cezaevi müdürünün karşısına çıkartırlar. Orada, çaresizce tüm gerçeği anlatır mahkûm. Sorgulama, kibrit kutusundaki bilinmeyen maddeyi ilk yakalandığında “esrar”a yorarak daha iyi anlamak için deri parçalarını ısırıp yalayan gardiyanın kusmasıyla biter.”

Dönüp geriye baktığımda hüzün yüklü bulutlar görüyorum cezaevinin üzerinde. Ulucanlar Cezaevi Müzesi’nden çıktığımda daha büyük bir hapishanenin bahçesindeymiş gibi hissediyorum. Yaşam bir yanılsama, bir masal mı?  Zaman zaman rüyalarımda ormanda dibi görünmeyen soğuk bir kuyu görürüm. Bütün gözyaşlarımı kuyuya akıtıp mühürlerim onu. Uyandığımda rüyalarım biter ve dünya hâlâ gerçektir. Doğrudan görülmeyen bir kara delik gibi kent beni içine çekiyor.

Cevap bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir