SAFRANBOLU
Yazımızın bu bölümünde lokumu ve baharatıyla meşhur Safranbolu’yu anlatmaya çalışacağız. Bu arada Safranbolu’lu olan okurlarımız, umarız anlatımda herhangi bir hata yapmamışızdır, eğer görmüş olduğunuz eksik ya da fazla bir bilgi varsa lütfen bizimle paylaşın…
Güzergahımız şu şekildeydi; önce Ankara istikametini takip ederek Bolu’ya kadar otobandan gittik, Bolu’ya gelince otobandan çıkıp Gerede’den Kastamonu-Karabük yoluna saptık ve Karabük levhalarını takip ederek önce Karabük’e, ardında da Safranbolu tabelasını takip ederek, 8 km sonra da Safranbolu’ya ulaştık.
Safranbolu’daki ilk durağımız, Safranbolu ve çevresinin en meşhur köyü olan “YÖRÜK KÖYÜ” oldu.
Doğrusu kelimelerle zor ifade edilecek güzellikte olan bu köye vardığımızda oldukça acıkmıştık. O gün 23 Nisan haftasına denk geldiği için köy oldukça kalabalıktı. Bu nedenle yerli, yabancı her taraf turist kaynıyordu.
Zar zor arabalarımızı park ettikten sonra köyün en meşhur yemek yenilecek yeri olan “Yörük Sofrası” ‘na doğru yöneldik. Burası, köyün merkezindeki caminin 20-30 metre aşağısına doğru yürüdüğünüzde sol tarafta hemen karşınıza çıkıyor. “Yemek yenilecek yer” diyoruz çünkü burası ne lokanta, ne kır kahvesi, ne cafe, ne de bir evdi. Bunların hepsinin karışımı olan bir yerdi demek en doğrusu galiba. Güllerin ve yeşil bitkilerin arasında, ağaç kütüklerinin taşıdığı, yöresel örtülerle süslü tepsilerin oluşturduğu masaları, yine ortama uyan hasır tabureler ve el yapımı 2-3 kişilik tahta koltuklar çevreliyordu. Küçük bir havuz ise ortama ayrı bir keyif katıyordu.
Burası aslında eskiden kahve olarak kullanılan bir mekanmış. Erkekler akşamları yemekten sonra buraya gelip kendi aralarında sohbet eder, sıra geceleri yapar, hatta söz keserlermiş. Evet yanlış okumadınız. Söz keserlermiş! Erkek babası, talip oldukları kızın babasından kızını burada ister ve yine sözünü burada alırmış. Kız babası “Verdim gitti!” der ve böylece söz kesilirmiş.
Yani kahveler Safranbolu’da da olduğu gibi Yörük Köyü’nde de günümüzdeki manasından çok farklı amaçlara da hizmet ederlermiş. Burasını eski halini olduğu gibi koruyarak restore etmişler. Asıl kahvenin yer aldığı kapalı mekanın kapısından içeri adımınızı attığınızda sizi yine dışarıdaki gibi sıcak bir ortam karşılıyor. Duvarları çepeçevre çevreleyen, üzerine halı serilmiş, sedirler üzerinde yaslanmak için içi samanla dolu ve halk dilinde “Halı yastık” denilen yastıklar konulmuş. Bu yastıkların üzerinden, bembeyaz örtülerin ucuna dikilmiş el emeği danteller salınıyor. Camları ise yine el yapımı beyaz iş perdeler süslemekte. Duvarda asılı duran gaz lambası elektriğe inat “Ben de varım” dermişçesine sabırla kullanılmayı bekliyor. Şu an kullanılmasa da eski zamanlarda, ışığında yapılan göz nuru nakışların, çalışılan derslerin, okunan kitapların, dinlenen radyoların, aile arasında yenilen sıcacık akşam yemeklerinin, televizyon olmadan yapılan o tatlı ve sevgi dolu sohbetlerin izini hala taşımakta.
Eski günlerin hayalinden, gözümüze takılan baklava tepsisinin muhteşem görüntüsü ile bir anda sıyrıldık ve ne kadar aç olduğumuzu tekrar hatırlayarak hemen gözlemelerin siparişini verdik. Evet buranın en meşhur yemeği, patatesli, kıymalı, peynirli, ıspanaklı gözlemeler, yanında mis gibi yayık ayranı ve tabi ki adeta “Ye beni” diye bağıran ev baklavası. Gözlemeler oturduğumuz yerin hemen yanındaki ocakta köyün kadınları tarafından yapılıyor. Bir hanım oklava ile gözlemeleri açıyor, diğer hanım içini dolduruyor, bir diğeri de ateşin üstündeki saçta pişiriyor. Pişen gözlemeler dumanı üstünde servis yapılıyor. Servisi işletmenin sahibi hanım ile eşi ve çocukları yapıyor. O kadar sıcak, o kadar ilgililer ki adeta evimizde hissediyoruz kendimizi. Elleriyle masamıza kadar getirdikleri gözlemeleri tam ağzımıza götürmek üzereydik ki “Durun!” dediler. “Durun o gözleme köy tereyağı sürülmeden yenmez. Tadına tat katmak istiyorsanız mutlaka tereyağı sürün” diyerek masamıza sapsarı, mis gibi süt kokusu burnumuza kadar gelen bir tabak tereyağını getirdiler. Saldırdık bıçaklarla tereyağına. Sürdük dumanı hala tüten gözlemelerin üstüne. Buzda dans eden patenci edasıyla süzüldü tereyağı gözlemelerin üzerinde. Daha fazla sabredemedik. Ağızları bir dakika boş durmadan konuşan bizlerden artık hiç ses çıkmıyordu. Hepimiz çölde su bulmuş insanlar gibi kana kana, damağımızda bıraktığı lezzetle bizi adeta sarhoş eden gözlemeleri büyük bir iştahla midemize indirmeye başlamıştık. Bazılarımız “Yiyemem” diyerek 1 tane istedikleri gözlemenin adedini, 2 hatta 3’e çıkartmışlardı bile. Bu arada nefis yayık ayranı da lezzet sarhoşluğundan yutmayı unuttuğumuz anlarda gözlemelerin midemizle buluşmasına yardımcı oluyordu.
Kısa bir zaman içinde sayısını ancak servis yapan hanımın yazarak hatırlayabildiği kadar gözlemeyi afiyetle yedikten sonra sıra ev baklavasına gelmişti. Önce “Ben yemem çok doydum.” , “Tatlı ile aram hoş değil.” diyen arkadaşlar başta olmak üzere masamızda bir sanat eseri gibi duran baklavanın davetkâr görüntüsüne daha fazla dayanamayarak saldırdık. Her ısırışta daha fazla tadına vardığımız baklava ağzımızda adeta bir anda eriyor, 40 kat yufkanın arasından ağzımıza dağılan ceviz parçalarını bir an önce daha fazla yutmak isteğiyle tüm dişlerimizle çiğniyorduk. Biz çılgınlar gibi yerken bir anda bir sürü çekik gözlü insanın bakışlarını üzerimizde hissettik. Başımızı çevirdiğimizde Çin’li bir grubun ellerindeki fotoğraf makineleri ile resimlerimizi çektiklerini fark ettik. Her halde yemek yemenin nasıl bir şey olduğunu fotoğraf karelerine hapsederek ülkelerine götürmek istemişlerdi. Mekanın sahibi hanım onları içeri davet etme gereği bile duymamıştı. Sebebini sorduğumuzda onların bir baklava veya gözlemeyi 3 kişi yediklerini, üç beyazdan (şeker,un,tuz) uzak durduklarını söyledi. Kısmen haklı olsalar da biz, şu üç günlük dünyada bizim az önce aldığımız zevki tadamayacak olmalarına hayıflanırken onlar ellerindeki muz ve elmalarla uzaklaşmışlardı bile. Üzerimize, yemek sonrası çöken rehavetin bizi saran tatlı bir huzurla birleşmesi ile tam manasıyla gevşemeden hesabı isteyip kalkmaya karar verdik. Yediğimiz onca şeye rağmen kişi başı gelen makul hesabı ödeyip kalktık.
Köyün içine doru yürürken sağlı sollu sıralanan küçük dükkan içlerinde ve sokağa taşan tezgahlarda el emeği, göz nuru ile yapılan örtüler, perdeler, bluzlar “Beni al” , “Beni de al” diyerek nazlı nazlı ılık rüzgarın eşliğinde sallanıyorlardı.
Hepsi birbirinden güzel bu hediyeliklerden Safranbolu’da daha çok çeşit bulabiliriz diye düşünerek yürürken yolun iki tarafında bulunan tarihi evler adeta bizi selamlıyorlardı. Onca zamana, kara, yağmura, rüzgara direnmiş ve bugüne kadar dimdik ayakta kalmış olmanın haklı gururunu taşıyorlardı adeta. Hepsi bakımlı idiler. Beyaz, sarı renklerde ve kahverengi kepenkleri ile birer sanat eseriydiler.
Hemen hemen her kapının önünde yaşlı hanımlar oturmuş dantel örüyorlar ve konuşuyorlardı. Sohbetleri öyle sıcak ve içtendi ki tam katılmayı düşündüğümüz anda yanımıza yaşlıca bir hanım yaklaştı. Evini yeni restore ettirdiğini, istersek gezebileceğimizi söyledi. Oyasını kendi eli ile yaptığı belli olan bembeyaz bir başörtüsünün (yöresel dilde “yazma” denir.) çevrelediği ve yaşına rağmen hala genç ve güzel görünen, belki de hiç makyaj görmemiş yüzüne, gözlerini alan güneşten korumak için ellerini siper ederek arkadaşlarımızdan birisine; “Ben seni tanıdım.” dedi. “Sen benim torunumun arkadaşısın değil mi?”. Birine benzettiği açıktı ama öylesine içten ve sevinçle konuşuyordu ki arkadaşımız bu tatlı nineyi kırmaktan korkarak onu tanımış gibi davrandı. Meğer ninemiz uzakta olan torununu özlemiş ve arkadaşımızı görünce sanki onu görmüş gibi mutlu olmuş.
Kulağımızı tırmalayan sessizlik içinden duyma özürlü olmadığımızı hatırlatan kuş sesleri geliyordu. Eski-yeni, doğa, insan hepsi birbirine karışmış gibiydi. Uzun zamandan beri benliğimizin ta derinlerden gelen eskiye dönme-doğa ile bütünleşme arzusunu tatmin etmenin mutluluğu ile belki bir parçamızı da eskiye katarak, arabalarımıza binip 10km. mesafedeki Safranbolu merkezine doğru tekrar hareket ettik…
HIDIRLIK TEPESİ
Yazımızın önkısmında hareket ettiğimiz Yörük Köyü’nü anlatmıştık, oradan ayrıldıktan yaklaşık 10 dakika sonra Safranbolu’nun “Çarşı” diye adlandırılan tarihi bölgesi tarafındaki girişten Safranbolu’ya ulaştık. Pek tabi ki burada ilk durağımız etrafı rahatça görebileceğiniz meşhur “Hıdırlık Tepesi” oldu.
Halk arasında dolaşan bir söylentiye göre bir ara Nuh’un gemisi bu tepedeymiş. Bir benzetme yapmak gerekirse tepe hakikaten bir geminin güvertesini andırıyor ama tabi ki bu sadece bir söylenti…
Tepeye, girişin hemen solunda yer alan 40-50 adımlık yokuş bir yoldan yürüyerek ulaştık.
Kısa bir soluklandıktan sonra etrafa şöyle bir göz attık, Safranbolu’nun dillere destan tarihi evlerinin güzelliği, adeta bir ressamın fırçasından çıkmış tablo gibi mağrur bir eda ile gözlerimizin önüne serilmişti.
Büyülenmiştik, iyi ki nefes almışız çünkü insan bu manzaraya bakarken nefes almayı unutuveriyor. Mimari harikası bu evlerin ne kadar itina ile yapıldığı, sanat ve tarih kokan görünüşlerinin yanı sıra birbirlerinin görüşünü kapatmadan inşa edilmesinden de belliydi, öyle ki her biri aynı miktarda güneş görüyordu. Eeee eskiler ne demiş “Güneş girmeyen eve doktor girer”, Safranbolu’da gelenek ve göreneklerine bağlı bir yer olarak atalarımızın dediklerini aynen uygulamışlar 🙂
Genelde bütün evler bahçe içinde yapılmış, bahçelerdeki onlarca değişik ağacın hepsi çiçek açmış. Bu evlere dikkatle bakan biri, pembe renk çiçekli ağaçların içinde ağırlıklı olarak beyaz, bazen de mavi ve sarı renkli, ahşap kepenkli evlerin, geçmişten günümüze uzanan köprü gibi bir tarih yaşamış olmanın verdiği yorgunluğu hissettirmeden gururla ayakta durduklarını görebilir ( biraz uzun bir cümle ama güzeldi! ). Evlerin giriş kapısının önünde teneke kutular içine dikilmiş ortancalar ise ortama ayrı bir güzellik katmış. Aklımıza gelmişken Safranbolu’ya gelirken evinizde ne kadar fotoğraf makinesi, kamera varsa yanınızda getirin, çünkü resim çekmeye doyamayacaksınız. Safranbolu’da görüntüleyeceğiniz o kadar çok şey var ki filmler, kasetler yetmeyecek.
KAYMAKAMLAR EVİ
Safranbolu’ya atanan kaymakamların burada ikamet etmesi sebebiyle “Kaymakamlar Evi” diye anılan bu ev, Safranbolu’nun diğer tarihi evlerinin karakteristik özelliklerini de bünyesinde barındırmakta. Çarşı içinden ya da Hıdırlık Tepesi’nden aşağıya doğru dik ve kestirme bir yoldan yürüyerek ulaşabileceğiniz “Kaymakamlar Evi” sonradan restore edilerek müze haline getirilmiş ve ziyarete açılmış.
Ev 3 kattan oluşuyor. Ana kapı çift kanatlı ve oldukça büyük.
Ahşaptan yapılan bu kapı iri başlı çivilerle tutturulmuş. Kapının dış yüzeyinde, bugünkü kapı zili vazifesini gören bir tokmak (yerel adıyla şakşak) bulunmakta. Eskiden irice bir çivi başına tokmağın vurulmasıyla kapı çalınır, ev sahibi ise evin içinden kapının kilidine kadar uzanan bir ipi çekerek kapıyı açarmış. Şu anda modern kapı zilleri bu sisteme eşlik etmekte.
Kapıdan içeri girdiğinizde “Hayat” denilen, evin zemin katına ulaşıyorsunuz. İçeri girdiğiniz anda yüzünüze çarpan serin havadan özellikle yazın buraya neden hayat denildiğini çok iyi anlıyorsunuz. Eskiden atlarla yolculuk edildiği için ev sahipleri ya da misafirler atlarını “Hayat” ‘ta dinlendirirlermiş. Tavanı oldukça yüksek olan “Hayat” ‘ta sağ tarafta odunların yığılması için bir bölüm ayrılmış. Onun hemen solunda bahçeye geniş bir kapı açılmakta. Karşı duvarda ise eskiden evde, tarlada kullanılan orak, düven, gaz lambası gibi aletler sergileniyor. Sol tarafta camekan içinde ise yine eski giysiler ve aletler var.
Giriş kapısının hemen solunda da üst kata çıkan merdivenler var, merdivenlerin hemen sol yanında Safranbolu’nun tarihi ve “Kaymakamlar Evi” ile ilgili kitapları bulmak ve satın almak mümkün.
Ağzımız bir karış açık serinliğin de verdiği keyifle etrafa bakınarak merdivenden üst katlara çıkmak için yöneldiğimizde merdivenin sağ tarafında yer alan bir kapı dikkatimizi çekti. Kapıdan içeri baktığımızda tahta sıraların karşısında yer alan beyaz perdeden buranın minik bir eğitim salonu olduğunu anladık. Karşımıza gelen bir görevli buranın aslında eskiden hayvan barınağı (ahır) olduğunu şimdi ise konferans salonu olarak kullanıldığını söyledi. Burası ile ilgili başka bir detay da şu, görevli bu salonun kapılarını kapattıktan sonra bizden tekrar açmamızı istedi. Bir süre kapıyı inceledikten sonra kapı üzerinde ne kapı kolu ne de kilit yeri bulabildik. Pes ettikten sonra görevli kapının hemen üzerinde bulunan bir deliğe parmağını soktu ve kapı açıldı ( basit bir mandal mekanizması ama açıkçası iyi düşünülmüş ). Böyle bir mekanizmanın yapılma sebebi ise hayvanların dışarı çıkmasını engellemek içinmiş? ( Gerçi kapıyı tokmağından tutup açan at herhalde buna da bir çözüm bulurdu? 🙂 )
Tekrar yukarı, üst katlara yöneldiğimizde bir başka görevli galoş giymeden içeri giremeyeceğimi hatırlattı, teşekkür edip galoşlarımızı giydik ve parmaklıklı merdivenden doğruca üst katlara yöneldik.
İlk kata çıkarken arada karşımıza gelen eski giysiler içindeki cansız mankenle resim çektirdikten sonra daha neler göreceğimizi merak ederek heyecanla yukarı çıktık. İlk katta bizi “Selamlık” denilen geniş sofaya açılan ve birbirleri ile simetrik olan 4 oda kapısı karşıladı. Haa bir de merdivenlerin sağ tarafındaki ilk iki oda kapısı arasında yer alan, pencere önünde oturmak için kullanılan bir bölüm vardı.
Hemen sağdaki ilk odaya daldık, bir yandan da Safranbolu’da yetişmiş olan arkadaşımızın bize eski Safranbolu evlerinin özelliklerini anlatışına kulak veriyorduk. Burada çok ilginç olan şey, odaların her birinin bir ailenin, uyumanın yanı sıra yemek yapıp yiyebileceği, banyo yapabileceği, hatta konuklarını ağırlayabileceği şekilde tasarlanmış olması. ( Yani her bir oda sanki ayrı bir ev gibi, bir de şöyle bir adet var ki; evlenen erkek çocuğu evden çıkmazmış. Eskiden erkek çocuğunun evlendikten sonra başka bir eve taşınması büyük ayıp sayılırmış işte bu sebeple evlerin odaları bu şekilde düzenlenmiş…)
Neyse biz odaya geri dönelim; Ocağın olduğu duvar tarafında hem yer yataklarını koymak, hem de yıkanmak için kullanılan “Yüklük” isimli bir duvar boşluğu yer alıyor. Burası yaklaşık 1.5-2 m2 lik bir bölüm, insanlar banyo yapacakları zaman burayı boşaltıyor ki zaten burada yer yatakları ve yorgan yastık gibi şeyler tutuluyor, ve yorganların üzerinde durduğu tahta kapaklar açılarak ufak bir küvete dönüştürülüyor. Her küvetin tabi ki kendi gideri var ancak acaba ne kadar sağlıklı bilemiyoruz, aslında kulağa hoş gelmiyor da değil hani…
Ocağın hemen üstünde ise bacanın iki yanındaki ufak oymalar göze çarpıyor, eskiden buralara ocağı yakmak için kibrit, çıra, v.s. şeyler koyarlarmış. Odaların iki veya üç tarafı oturma için çepeçevre sedirle çevrilmiş, genelde kırmızı tonlarında eski Türk motifleri ile süslenmiş halılarla kaplı bu sedirler pencerelerin önünde yer alıyor. Yaslanmak için kullanılan halı yastıkların üzerleri beyaz dantel ya da beyaz elişi örtülerle kaplanmış. Pencereleri ise yine beyaz elişi perdeler süslemekte. Pencerelerin dışında yer alan kahverengi kepenkler, evi güneşten, yağmurdan koruma görevi görüyor ayrıca dışarıdan bakıldığında da “işte klasik bir Safranbolu evi” dedirtiyor. Tavanlar ise ayrı bir el işçiliğinin ve oymacılığının en güzel örnekleri ile süslenmiş, insan tavana bakarken sanki kayboluyor.
Diğer odaları tek tek anlatmak istemiyoruz çünkü genelinde aynı özellikleri taşıyorlar, odaların yerleşimi ve döşemeleri birbirine paralellik gösteriyor. Tek farkı orta kattaki odalar oturma ve misafir ağırlama amacı ile kullanılırken, üst kattaki odaların ağırlıklı yatak odası olarak kullanılıyor olması. Bebek beşikleri, yer yatakları, yöresel giysiler içindeki mankenlerle bazı odalarda eski yaşamlar temsili olarak canlandırılmış.
Üst katın tavanı orta kata göre daha yüksek. Evin içindeki kalabalıktan Safranbolu’ya düzenlenen turların mutlaka buraya uğradıklarını anlıyoruz. Öyle ki bir odadan diğerine insanlar koşuşup duruyor. Herkesin yüzünde, tarihten izler görebilmenin huzuru ve mutluluğu okunuyor. Biz de aynı huzuru duyarak evden ayrılmak üzere çıkışa doğru yöneliyoruz.
İlk gün için hem yolculuk hem de ayağımızın tozu ile tarihi ziyaretler bizi bir hayli yoruyor, en azından kalacağımız yeri görmek ve kısa bir konaklama yapmak için “Ayenler Evi” ‘ne gidiyoruz.
En iyisi mi sizler de bir tur düzenleyip bu güzellikleri tanıyın.