Edebiyatımızda küçük hikâye yazan olarak önemli bir yer alan Ömer Seyfettin’in incelenmesine geçmeden önce, ona gelinceye kadar, edebiyatımızda küçük hikâyenin durumunu kısaca gözden geçirelim.
Bizde küçük hikâye, bilindiği gibi, Tanzimat devrinde, diğer batılı edebî türlerle beraber görülmeye başlar. Bu devirde ilk batılı hikâye yazarı olarak Ahmet Mithat’ı tanıyoruz. Ancak Ahmet Mithat, küçük hikâyeden çok, bazıları hacim bakımından romana yaklaşan büyük hikâyeler yazmıştır. Henüz vaka yaratmakta da tecrübesiz olan yazar, çoğunlukla, Fransız hikâye ve fıkralarını ya da işittiği birtakım gerçek olaylan istediği gibi değiştirip hikâyelerine vaka yapmıştır.
Esaslarını batılı hikâyelerden almakla beraber, bu hikâyeler, hiçbir zaman tam bir batılı hikâye tekniğine sahip olamamıştır. Ayrıca yazar, hitap ettiği geniş okuyucu kütlesinin, halk ve meddah hikâyelerine olan alışkanlığını da göz önünde tutarak bu hikâyelerin anlatılış tekniğinden geniş ölçüde faydalanmıştır. Gerçek batılı tekniğe sahip ilk küçük hikâyeler, 1885 ten sonra verilmeye başlanmıştır. Uzun süre bu tip hikâyelerin Sami Paşazade Sezai Bey tarafından yazıldığı söylenmişse de, basılış tarihlerinin daha eski oluşu, Halit Ziya’nın hikâyelerinin batılı tekniğe tamamıyle uygun ilk hikâyeler olduğu gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Sayılan iki yüze yaklaşan hikâyelerinde yazar, daha çok şehir yaşayışının mahalle içlerine ve fakir çevrelerine yönelmiş, bu çevrelerdeki herhangi bir yönden dikkati çeken tanınmış tipler üzerinde durmuştur. Aşkın ikinci planda kaldığı bu hikâyelerde, daha çok, kişilerin çevreden gelme bazı ıstıraplannın tasvir ve tahliline çalışan yazar, batılı roman tekniğinde sağladığı başanyı hikâyelerinde de sağlayarak tamamen batılı tekniğe sahip hikâyelerin ilk örneklerini vermiştir.
Ancak dil ve üslûp yönünden Servet-i Fünûn’un ağır dilinden kendisini kurtaramamıştır. Servet-i Fünun devrinde, genel olarak, küçük hikâyenin bir gelişme gösterdiği görülür. Halit Ziya’dan sonra Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit ve bu devrin hikâye yazan olarak tanınan Ahmet Hikmet teknik bakımından oldukça mükemmel hikâyeler yazmışlardır. Bu devirde, genel olarak, hikâyelerin temaları kişisel ya da aile ve mahalle çevresini aşmayacak kadar sosyaldir. Yalnız Ahmet Hikmet, Türk tarih ve medeniyetinin değerini, Türk yaşayışının özelliklerini işlediği bazı hikâyelerinde bunlardan ayrılır. Fecr-i Âti topluluğunda ise Servet-i Fünun’u aşan bir hikâye yazarlığı görülmez.
Servet-i Fünun’dan sonra en olgun tekniğe sahip hikâyeler yazan ve küçük hikâyeyi bir yazarın başlı başına bağlanacağı bir edebî tür haline getiren, Ömer Seyfettin’dir. Ondan önce küçük hikâye, yazarlaronın yazı hayatına başlamaları ya da romana geçebilmeleri için bir basamak yerine kullanılmıştır. Yazı hayatına şiir yazarak giren Ömer Seyfettin, ilk denemelerini henüz bir ortaokul öğrencisi iken yapmaya başlamışsa da bu şiirler 1900 yılında yayınlanabilmiştir. Şiirden hikâyeye geçen yazar, hikâye yazmaya, Fransızca öğrenip, Fransız edebiyatını tanıdıktan sonra başlamıştır. Fransız edebiyatından ilk beğendiği yazar, Guy de Maupassant’dır. Ona göre Maupassan’ın hikâyeleri “insana gerçeği öğrettiği, insanı gerçeği görmeye ve düşünmeye alıştırdığı için” güzeldir, önce hikâyelerinden çeviriler yaptığı bu yazan, hikâyelerini yazarken örnek olarak almıştır. Maupassant’la beraber örnek aldığı bir ikinci yazar da gene Fransız realist yazarlanndan
Emil Zola’dır. Ömer Seyfettin, hikâyecilikteki ilk ününü Genç Kalemler (1911) dergisinde yayınlamaya başladığı hikâyelerle sağlamıştır.
Bugün sayısı 135’i bulan hikâyelerini bu tarihten ölümüne kadar geçen dokuz yıl içinde yazmıştır. Bu devrenin en verimli yıllan ise, 1917-1920 yıllan arasında geçen üç yıldır. Bu üç yılda, 91 hikâye yayınlayan Ömer Seyfettin’in bir hikâye yazan olarak, edebiyatımızda aldığı önemli yerin temeli atılmış olur. Ömer Seyfettin’in hikâyelerinde ilk göze çarpan özellik, temalardaki genişliktir. Temaların genişlemesinde ve konu çeşitliliğinde onun, çevresindeki ya da kendi başından geçen en ufak olaylardan, bazen anlatılan bir fıkradan bile hikâye çıkarabilme yeteneğinin büyük rolü vardır. Ondaki bu özelliği, hatıra defterinden alınan aşağıdaki satırlar açık olarak gösteriyor:
“Ben her şeyden, en ehemmiyetsiz bir fıkradan, bir cümleden bir hikâye, koskoca bir roman çıkarabilirim. Sanat, o hikâyeyi, o romanı çıkardığım ehemmiyetsiz şey değil, benim o şey etrafında canlandırdığım hayattır.
Hikâyelerinin çoğunda görülen çocukluğundan başlayarak yaşayışının çeşitli evreleri ile ilgili izlenimler hikâye yazmada gerçekçiliği esas aldığının açık bir delilidir. “And, Falaka, Kaşağı, İlk Namaz, îlk Cinayet ” gibi hikâyeleri çocukluk yıllarının izlenimlerini yansıtır. Örneğin; Falaka hikâyesindeki, “Mektep biraz daha ileride… alçak duvarh, oldukça geniş bir avlunun ortasında idi. Bir kattı; etrafında yükselen büyük kestane ağaçlarının birbirine karışmış koyu gölgeleri bütün çatısını kaplardı.” şeklinde yapılan okul tasviri kendi gittiği okuldur. Bunun gibi çevresini yansıtan pek çok örnek verilebilir.
Yazarın hastalandıktan sonra en çok şikâyet ettiği de, yazmak için konu bulamamak olmuştur. Son hikâyesi olan “Kurumuş Ağaçlar”, gene konu bulamamaktan şikâyet ettiği bir gece, evlerine sık sık gittiği Ali Canip’in annesinin anlattığı masaldan çıkarılmıştır. Konularının çoğunu sosyal yaşayıştan alan yazarın amacı millî şuuru kuvvetlendirmek ve Türkiye’nin medenî kalkınmasına hizmet etmektir. Edebiyatı bu yönden büyük bir yardımcı olarak kabul ettiğini, II. Meşrutiyet’ in ilânından kısa bir süre önce Ali Canip’e gönderdiği mektubun aşağıdaki satırları açıklıyor.
“Ben, edebiyatta, yalnız sanata kaail olamam. Yalnız sanata kaail olsam, edebiyatı çok küçük görmüş olacağım. Halbuki o, benim nazarımda o kadar büyüktür ki… Cehaletin, nâsûtî (dünyalık) duyguların alçalttığı beşeriyet için onu bir haris (muhafız) addederim. Nazarımda edipler, insanlara, adiliklere karşı nefreti talim ettiren mürşitlerdir…” Bu düşünüşü ile, Yakup Kadri ve Hüseyin Rahmi’nin romanlarında yaptıklarını o hikâyelerinde yapmaya çalışmıştır. Kendisinden önce yazılmış hikâyelerde aile ve mahalle çevresini aşamayan sosyal temalar, Ömer Seyfettin’de toplumun ortak problemleri haline gelmiştir, özellikle, “Tuhaf Bir Zulüm, Kurbağa Duası, Fallaka, Yalnız Efe, Hatiften Bir Seda, Keramet” gibi hikâyelerinde cehalet ve taassubu, kahramanı Efruz Bey olan hikâyelerinde de aldıkları yabancı kültürle benliğini kaybetmiş, dejenere olmuş sahte aydınları ele almıştır. Bir kısım hikâyelerinde ise, imparatorluktaki Türk unsurunda millî şuuru uyandırma amacını güttüğü görülür. Bu tip hikâyeleri arasında “Beyaz Lâle, Bomba, Hürriyet Bayrakları, Bahar ve Kelebekler, Primo Türk Çocuğu, Kızıl Elma Neresi ve Çanakkale Savaşından sonra yazdığı Fon Sadrıştayn’ın Oğlu” en çok tanınmış olanlarıdır.
Yazılışlarında 1. Dünya Savaşı’nın yarattığı duyguların etkisi de düşünülebilen bazı hikâyelerinde ise, Türklerde kendine güven duygusunu kuvvetlendirme amacı güdülmüştür. Bu hikâyelerin konuları Osmanlı tarihinin kahramanlık olaylarından alınmıştır. “Vire, Başını Vermeyen Şehit, Penbe incili Kaftan, Forsa, Topuz” adlarını taşıyan hikâyeleri bu konuda ve herkes tarafından bilinen hikâyelerdir. Gizli Mabet adı altında topladığı hikâyelerinde ise Batı’nın, Doğu’yu ne kadar yüzeyde kalan bilgilerle tanıdığı tenkid edilmiştir. Bu hikâyeleri yanında aşk temasını işlediklerinin sayıca pek az olduğu görülüyor. Kısaca konularını belirttiğimiz hikâyeleri, yazarın ele aldığı ağırlık noktasının, “medenî seviyemizin. yükselmesine engel olan sosyal aksaklıkların tasvir ve tenkidi” olduğunu gösteriyor. Yazar, bu tenkitlerinde, Hüseyin Rahmi ve Refik Halit gibi, mizahı tercih etmiştir. Mizah, Ömer Seyfettin için, hiçbir zaman, bir özenti olmamıştır. Yakın arkadaşlarının belirttiklerine göre Ömer Seyfettin, yaradılış itibarile, yaşamaktan derin bir zevk duyan, bedbinlik nedir bilmeyen, kederden kaçma çarelerini arayan bir tiptir. Sade yazarken değil, konuşurken de nükte yapmaktan ve hicvetmekten hoşlanır. Bu yaradılışta olan bir kimsenin tenkitlerinde mizahı tercih etmesinden tabiî bir şey olamaz.
Mizah unsuru hikâyelerine iki fayda sağlamıştır. Bunlardan birincisi, hikâyelerinin daha ilgi çekici ve sevimli bir hâle gelmesi; ikincisi de, alay etmenin tenkit bakımından taşıdığı kuvvetli etkisinden faydalanarak tenkitlerinin daha etkili bir duruma gelmiş olmasıdır. “Yüksek ökçeler, Koç, Külah, Nasıl Kurtarmış?, Çakmak” gibi hikâyeleri ise, sosyal tenkit amacı güdülmeden, doğrudan doğruya mizahla ilgili olarak yazılmıştır.
Bütün gücünü sosyal tenkide yönelttiği hikâyelerinde psikolojik bir derinlik bulunmamakla beraber, karakter yaratmada büyük bir yeteneğe sahip olduğu muhakkaktır. Hikâye kahramanlarının bazılannda kendi karakterini vermeye çalışmıştır. Özellikle “Penbe İncili Kaftan” hikâyesinin kahramanı olan Muhsin Çelebi’nin karakterini belirtmek için yazdığı aşağıdaki satırlar, kendi izzet-i nefsine düşkün, başkalannınkine de aynı derecede saygı gösteren kişiliğinin tasvirinden ibarettir.
“Namusuyle yaşar, kimseye eyvallah etmezdi. Yegâne mefkuresi Allah’tan başka kimseye secde etmemek, kula kul olmamaktı… insan, her mevcudun üstünde idi. Kuyruğunu sallaya sallaya efendisinin pabuçlarını yalayan köpeğe tebasbus pek yakışırdı. Ama insana….” Ömer Seyfettin’in unutulmayan tiplerinden biri Efruz Bey, diğeri de ona karşı yarattığı Câbi Efendi’dir. Efruz Bey romanının ilk bölümü yayınlandığı sırada Vakit gazetesinde çıkan bir ilânda Efruz Bey’in memleketimize âit bazı tiplerin, bazı eğilim ve alışkanlıkların sanatçı bir mübalâğa ile çizilmiş bir karikatürü olduğu belirtilmiştir. Romanın her bölümünde ayrı bir yönü ile görünen Efruz Bey, Batı kültürünü sadece bir şekil ve bir kalıp olarak benimseyen, bu arada millî duygularını tamamen kaybeden, davranışı, anlayışı, kıyafet ve yaşama düzeni ile halktan kopan, onu etkilemek ve işlemek yerine, ona karşı cephe alan bir yarı aydın tipini canlandırır. Yazar böylece, yenileşme hareketinin sakat yönlerini göstermiştir.
Ali Canip Yöntem, onun, kendi karakterine hiç uymayan bu tipin üzerinde niçin bu kadar durduğunu ölümünden sonra yazdığı bir yazısında şöyle belirtir: “Şüphesiz caka satanları, nümayişçileri hiç sevmezdi. Fakat hayatlarıyle çok meşgul olurdu. Edebiyatına bile soktu: Efruz Bey serisini, bunları maskara etmek için yazdı.”
Yazarın, bu tiplerin acz içinde bulundukları için şarlatan oldukları düşüncesinde olduğunu “Sivrisinek” adlı hikâyesinde Efruz Bey’i uyarmak için söylediği şu sözlerden anlıyoruz. “Kuvvet zaaf’ın zıttıdır. Liyâkat kuvvetten daha ulvî, daha âlî,daha yüksek bir şeydir. Kuvvet vücutsa liyâkat ruhtur. Anladın mı Efruzcuğum; ben sende liyâkat olmadığını aczinden anlıyorum. Aczini de şarlatanlığından anlıyorum. Çünki şarlatanlık aczin en bariz bir seciyesidir.
Aciz daima şarlatan İşte sevgili Efruz, senin manevî vaziyetin! Senin için yapılacak yegâne şey, evvelâ liyakatin ne olduğunu öğrenmek, sonra ona sahip olmağa çalışmaktır.” Ömer Seyfettin, kendisinin hiç sevmediği Efruz Bey’le, Meşrutiyetle, Birinci Dünya Savaşı arasındaki derin çöküntüyü gösterebilecek önemli bir tip aradığını, romana başlarken yazdığı, Efruz Bey’den af dileyen girişte belirtiyor:
“Herkes seni, bizzat kendisi kadar tanır, Efruzcuğum! Bugün hiç kimse sana yabancı değildir, çünki sen “hepimiz” değilsen bile ‘hepimizden’ bir parçasın.”
Birinci Dünya Savaşı’nın son yıllarındaki olayların izlenimleri ve kendisinin bu yıllarda üzerinde durduğu “ilim başka şey, irfan başka şey” sözünün etkisi ile yarattığı Câbi Efendi ise akıllı, olgun, halktan çıkmış ve ondan kopmamış, halk filozofu diyebileceğimiz “arif adam” tipi ile, Efruz Bey’in tam karşıtıdır. Dengeli yaşayışı, olgun davranışları, dilinde ve hareketlerindeki halk kaynağından gelen yerli ve millî özellikler de Ömer Seyfettin’in son günlerindeki duygularını yansıtır. Bunların yanısıra, “Rütbe” ve “Velinimet” adlarındaki hikâyelerin kahramanı “Logaritmacı Hasen”la, “Yalnız Efe” ve “Fon Sadnştayn’m Oğlu” başarılı olarak verilmiş tiplerdendir. Bunlar dışında yazar genel olarak, devrinin genç kız ve erkekleri ile de ilgilenmiştir. “Çirkinliğin Esran”ndaki Ali Bey ve (kurbağa çehreli) olarak tasvir edilen Câbi Efendi dışında hepsi de fizik yapılan bakımından
güzeldirler.
Yazar tiplerin fizik yapılarını verirken bazen aşağıdaki örnekte görüleceği gibi bütün aynntılanyle okuyucunun gözleri önünde canlandırabileceği şekilde tasvir eder. “Kısm-ı Süflâsı kaba ve şişman, üst tarafı narin, fakat her halde gayet muntazam bir vücut… İnce uzun kaşlar, solgun ve asabi bir çehre, ciddî kadınlara has, meselâ muallime, rahibe gibi, bir hüsn-i lâtif, bir hüsn-i mahzun… Siyah gözleri altın bir gözlüğün camlan arkasından
daha fazla parlar gibi görünüyordu.”1 Bazen de bir kaç kelime ile yapılıp gerisi okuyucuya bırakılmış tasvirler görülür.
” Uzunca bir boy, hayalin üstünde güzel bir çehre, mutlaka bir dahinin elinden çıkmış zannolunacak bir vücut “2
gibi.
1 “Bahar ve Kelebekler”, “Beşeriyet ve Köpek” hikâyesi, s. 21
Sosyal yönden yazar, özellikle savaş yıllarının yarattığı zenginlerin ve milyonerlerin yaşayışı üzerinde ısrarla durmuştur. Bir takım dalaverelerle servet sahibi olan bu zenginlerin, zengin oluş sebeplerine çeşitli örnekler göstermiş, kendi yaradılışına hiç uymayan bu çeşit davranışlardan duyduğu nefreti mizah altına gizlemek istemişse de açıkça belli etmiştir. Yazarın, hikâyelerinde ağırlığı sosyal konulara verişi tiplerde
de kendini göstermiş ve sosyal durumları başarılı olarak verilmiştir.
Yazar, derin psikolojik tahlillere gitmemekle beraber, tiplerin psikolojik durumlarını okuyucuyu etkileyecek kadar canlı olarak verebilmiş ve oldukça değişik psikolojik yaratılışa sahip tipler yaratmıştır, özellikle kendisinin hiç bir zaman bağdaşamayacağı, bencil, zalim, para yönünden ihtiraslı, kötü alışkanlıklara sahip, iradesiz kişiler üzerinde fazlaca durmuş ve onları mizahî kalemiyle küçük düşürmek için elinden geleni yapmıştır.
Hikâyelerinin sevilerek okunmasında dilinin de önemli bir rolü olduğu için ondaki türkçe anlayışı ve dili türkçeleştirme çabasına kısaca göz atalım.
Milliyet unsuruna verdiği değer yazarı, Osmanlıcayı Türkçeleştirme hareketinin öncüsü yapmıştır. Genç Kalemler dergisinin birinci sayısına yazdığı “Yeni Lisan” başlıklı imzasız başmakalede o günün dili ve düzeltmek için neler yapmak gerektiği üzerinde geniş olarak durmuştur.Yazar bu makalesinde, o günlerde ağızlarda dolaşan, “halkın okumadığı, kitap satılmadığı” yollu şikâyetlere sebep olarak en başta kitapların dillerinin kendi tabiri ile “medrese dilinden” farksız oluşunu gösteriyor. Eski edebiyatın “İran taklidi” yeni edebiyatın da “Batı.
taklidi” oluşu yüzünden edebiyatsız kalan halk anlamadığı bir dilde yazılan kitaplara karşı tabiî olarak ilgisiz kalıyor. Aynı makalede, Osmanlıcanın Türkçe demek olmadığını da şu sözlerle ifade ediyor:
“Osmanlılık bir devlettir. Asla bir millet değildir. Osmanlılık bir milliyet olmayınca tabiî ‘Osmanlıca’ diye bir lisan da olamaz. Osmanlı devletinin ülkesindeki Arap yurdunda oturan Arap milletinin lisanı nasıl Arapça ise, Türklerin lisanı da Türkçedir, Osmanlıca değildir. Arapça Osmanlı devletinin haricindeki Türklerin bütün Türk Milletinin lisanıdır.”
Bunları söylerken, yıllarca önce, Şemsettin Sami Bey’in anlatmaya çalıştığı bu açık gerçeğin hâlâ anlaşılamamış olduğunu görmekten ve aynı şeyleri tekrarlamaktan utanç duyduğunu da belirtiyor. Dili Türkçeleştirmek için gerekli gördüğü işlemleri aşağıdaki maddelerde toplayabiliriz.
1) Dilimize girerek klişeleşmiş olanlar dışında arapça ve farsça kurallarına uygun olarak yapılan tamlamalara yer verilmemeli.
2) Türkçe çoğul edatlarından başka, yabancı çoğul edatı kullanılmamalı.
3) Çoğul edatlanyle beraber, diğer yabancı edatlar da tamamen bir yana bırakılarak, bunlar arasında sadece Türkçe konuşma diline girmiş ve Türkçeleşmiş olanlar kullanılmaya devam edilmeli. Dilin Türkçeleştirilmesi için bu çareler çok daha önce düşünülmekle beraber, uygulanamamış, dilin ağırlığı devam etmiştir. Ömer Seyfettin’in, hikâyelerinde, bu düşüncesine uyarak rahatça anlaşılabilecek bir Türkçe kullandığı görülür, özellikle konuşmalardaki tabiîlik, yazarın konuşma dilini kullanmadaki başarısını açık olarak gösteriyor. Konuşma cümleleri çoğunlukla aşağıdaki örnekte görüldüğü gibi normal konuşma dilindeki kısalıkta düzenlenmiştir.
“— Ne yapıyordunuz?
— Şey . . . Efendim . . .
— Hoca efendi kekeliyordu.
— Ne?
— Şart etmiştim.
— Ne demek?
— Hapşıran için
— Ne hapşıranı?
— Eşek hapşırdı.
— Eşek mi hapşırdı?”2
Tümüyle dil ve üslûptaki sadelik, hikâyelerinin başta gelen özelliklerindendir.
Böylece edebiyatımızda küçük hikâyenin ilk olgun örneklerini veren Ömer Seyfettin, temiz bir Türkçenin de ilk örneğini vermiş olur.
2 Mahcupluk imtihanı “Falaka” hihâyesi s. 122
Hikâye yazarlığının, ayrı ve çekici bir edebî çalışma alanı olduğunu bütün açıklığıyle ortaya koyan Ömer Seyfettin’in kendisinden sonra yetişen hikâye yazarları üzerinde kişisel etkisi görülmemekle beraber, genel olarak, Türk edebiyatında küçük hikâyenin gelişmesinde ve rağbet görmesinde büyük rolü olmuştur.
Ömer Seyfettin, sadece bizim edebiyatımızda tanınmış bir hikâye yazan olarak kalmamış, Batı dillerinin çoğuna çevrilen hikâyeleri ile Batı edebiyatında da tanınmış ve sevilmiştir.
DOÇ. DR. OLCAY ÖNERTOY
Ömer Seyfettin’in hikayelerine bayılıyom. Keşke ölmeseydi.
bencede çok güzel hikayeleri var.