yüzüme aldığım esintiyle gelen tutulmaydı boynumdaki
hep aynı yönde giden trenden başını dışarı çıkarıp
rüzgarla alevlenen hüznün önüne atılmaydı
katmerli düşlerin bayrağını taşımada bir salıkçı…
türküler kaynatan Beypınarı’nda açıldık sulara
soğuk ışığın karlı yüzüne bıraktık yazlarımızı
neyi ödediğini bilmeyen bebeğin kuru dudaklarında
hep yağmur sınırında bekleyen parçalı bulutta bıraktık
gittikçe solan renkli bir yazmadır derinliğimiz
kadife yüzüne tel tel dökülen saten saçlarıyla
elleri koynunda bekleyen bir gelinin gözleridir
Çaltı’dan gelip Ege’ye akan bir tehirsiz aşk…
kederin donduğu duvardaki kan damlasıydı
yavaş yavaş büyüdü ben küçülürken üzerimde
kırağı kaplanan akılda son kez saçıldı bahsin
akşamı yakan kızıllığında toplandın
göz göze gittik vurulmanın tazeliğinde
özü kurusunda saklıların taze kokusuydu bu
ebem kuşakları sayıklayan bulutun uykusu
sebebi olan ebemin burnundaki karanfil
dalında kuruyamayan zerdali
kendine sarılan sarmaşığın elleri
analarımızın aynadaki yüzleriydi
özlemle açılan kapıdan girmeli içeri
açık deniz ellerle tutmalı insan sevdiğini
bütün kuşları uçuran bir ben kaldımın kanadı
neredeyimi biliyorumun okşayan gururuyla açmalı
sızılarımız vurdu sahillerine
kırılan hayatlarda cam kırıkları gibi eridiler
ellerimizden kayıp gitmek istemeyen
güçlü isteklerimiz vurdu
kırılgan desteklerin harabeliğinde kavgadayız
iki adım içimizde yatıyor tatlının çocuğu
yağmurun ince sicimleri sevdirdi maviyi
yaprağın üstündeki çamuru indiren
hayallerin suyu sevdirdi
matem yakılan yangın yeri masallarında
sele kapılmıştım
kurtarıldım
harman telaşındaydık… Çaltı kurudu şimdi
dünya
üretenlerin elinde güzel fikri
özneydi… yakılan aşklarımızla kuruduk
özneydi… sevgiyi emzirenle yıkıldık
öz neydi
ekim 2001 Elbistan
Muharrem Yılmaz