“ Biz yarışı kaybettiği halde koşan atlardık”
Bu kendine sürgünlük ve dille boğuşmanın cehennemi acıdır. Arthur Rimbaud’un şu dizesi geliyor ve ruhuma yapışıyor: “Sonunda usumun düzensizliğini kutsal buldum.“ Bu da bir acıdır. Bu tuhaf ve şizofren çağımızda ‘aşk meleği’ işsiz mi kaldı acaba? “Ben aykırıyım, kendimle bir uzlaşmam yoktur“ demenin de ayrı bir acı taşımadığını kim söyleyebilir? Bilgi mekanikleşirken, erdem de trajediye dönüştü. Her şeyi koklayarak, didik didik ederek, dokunarak, başka boyutların kalbini okşayarak yaşamak ve henüz keşfedilmemiş, bulunmamış, yazılmamış bir imgenin peşinden koşmak çabası ne zor bir çabadır tanrım? Resmin sokağında üşüyen bir geceydi adam. Kendi sahilinde yürüyen bir kadın denize doğru şarkılar söylüyordu. Ne diyordu Ruhi Su: “Ne mutlu ki bize insan olmuşuz, insan sevgisini gerçek bilmişiz, insanın dalında açıp gülmüşüz, muhabbet insana, insan olana”. Herkes kendi prangasıyla dolaşıyor ve kimse kendisini açıklamıyordu. Herkes kendi kulesine saklanmış, kendi duvarını örmüştü. İnsanın kendisinden başka taşıdığı her şey kocaman bir yüktü. Güneş beni bir böcek gibi ensemden ısırsın ki, kardeşlik duygusuyla arkadaşlığın kumsalına indim de sahici ve masmavi bir İstanbul’la buluştum. Üstelik “biz kirazlı rakıyla birlikte buzlu bu görüntüyü severiz.” Bu sesin buğusundan kesin bir şarap yapılır ve onun damaktaki tadıyla içimizi bir güzel yıkarız. Duru ve yalın olanın semah sesiydi bu. Sesindeki baş döndürücü nektar acıyan yanlarımıza iyi geliyordu. Kum gözlü bir balıkçı ada çayı içse, içlense, sandalına binip güneşe ve geceye açılsa onun da şarkısını söylerdi. Aç ve susuz kalmış kelimelerin biricik arkadaşıydı kadın. Yorgun ve kanlı bir çağ bir gurbet gibi savruluyordu adamın içinde. Ve adam mutluyken bile çok mutsuzdu.
Bir karıncanın rüyası üşürse, barış yüzlü çocukların da canı acırdı!
Engin Turgut