Nice yıllara Tarık Abi. Bugün 26 Mayıs… 2021 tabii. Yani sen gideli 6 yıl oldu. Ama hatırlarsın, hemen her yıl 26 Mayıs günü senin doğum gününü kutlardık. Bakıcın Hamide hazırlardı her şeyi. Yerdik, içerdik, güler eğlenirdik, sonra herkes giderdi. Ben kalırdım. Var mı bir şeye ihtiyaç abi, diyerekten. Yok, derdin. Son zamanlarda bütün derdin, okuyaman ve yazamamandı. Onun yerine fi tarihinde yazdığın, bugün artık gazete köşelerinde kalmış yazılarını gün ışığına çıkarmak için konularına göre derler, yeni bir kitap hazırlamak isterdin. Hatırladın, değil mi abi?
Sonra şey abi: Salonun köşesinde kocaman, sinema perdesi gibi plazma bir televizyonun vardı hani. Kumandayla arar tarar, sonunda mutlaka eski bir Türk filmi bulurdum. Salih Tozan, Suphi Kaner, Ahmet Tarık Tekçe, Parla Şenol, Neriman Köksal, Ahmet Mekin, Eşref Kolçak filan… Tabii hemen hepsiyle kesişen bir hayatın vardı senin; onlarla olan anılarını anlatırdın, böyleyken böyle, diye. Abi, sen kendini ne zaman salmışsan ben hemen konuyu sinemadan açardım. Canlanırdın. Sinema ve güzel kadınlar seni canlandırırdı. Aslında kadınlardan çok onların sürekli yenilenen ve bizleri her daim diri tutan hikâyeleri…
Gelelim şu yayıncı kısmına: Arada bir kızar öfkelenirdik ama hak da verirdik. Önlerine gelen yığınla salak saçma ‘metin’leri basarak el âleme rezil olmalarını isteyemezdik ya! “Mesele, kaşığın sapını düze getirmekte” derdin, yoksa herkes cümle kurar kurmasına. İçimden “Öyle mi?” derdim inanmamış, “bu hususta sana katılamıyorum.” Neyse, girmeyelim o konulara.
Tarık Abi, beni “manevi evladım” diyerek tanıtman hoşuma giderdi. Belki o yüzden olacak, yazmayı düşündüğün romanları, hikâyeleri ya da başka şeyleri önce bana anlatır, tepkimi ölçerdin. Sana “Abi, bence öyle değil, böyle yaz” demek haddime değildi. Birkaç kez bir şeyler söyleyecek oldum, mırıldandım. Makaraya aldın hemen: “İlerde, Tarık Abi’ye öyle değil de böyle yazmasını ben dedimdi, dersin” dedin. Harbisi: İkimiz de seviyorduk makarayı. Hayatı pek ciddiye aldığımız söylenemezdi. Önemli olan, hikâyelerdi ve zaten hayatın bütünü hikâyeydi, kısa kısa hikâyeler… Tıpkı Maupassant’ın, Çehov’un, O. Henry’nin, Gorki’nin hikâyeleri gibi.
Abi, doğum gününde söylemek istemezdim ama buna mecburum: Senden bahseden yok. Kitapların satıyor mu, ona da emin değilim. Yeniyetmeler o kadar çok gürültü çıkarıyorlar ki ne seni hatırlayan var, ne kuşağının diğer hikâyecilerini. Yani Haldun Taner’den tut Orhan Duru’ya, Nezihe Meriç’ten tut Bilge Karasu’ya; sanki bir mağaraya tıkıldılar, üstüne de kilit vurdular. Şu sıralar varsa yoksa -nasıl keşfettilerse artık!- S. Ali, Y. Atılgan, O. Atay filan. Bu yıl Sait Faik Hikâye Ödülünü alan Ş. Yaşar’ın Deli Tarla adlı kitabını okudum; güzel yazmış, iki günde okuyup bitirdim ama nerede Sait Faik, nerede Ş. Yaşar! Bırak akrabalığı, tanıdık bile değiller.
Yeri gelmişken abi, güya adına hikâye yarışması ihdas ettiler. Seçici Kurul’u görmeliydin. Evinin nerede olduğunu bilmeyen, kapını bir kez olsun çalmamış eşhas, kurul üyesiydi. Birçokları yadırgadı ama kimse ağzını açmadı. Çok demokratlar ya, ondan herhalde. Bana sorarsan, içlerinde senden bir hikâye bile okumamışların bulunduğuna kalıbımı basarım. Ama jüri üyesi oldular işte! Ee, ne demişler: Sürü geriye döndü mü, it başta kalır.
Tarık Abi, aslında sana anlatacak çok şeyim var. Sağ olsan, “Anlatma, yaz!” derdin. Anlatmakla yazma arasındaki farka sık sık dikkat çekerdin. Biliyor musun, sen öldükten sonra oğlun gelip kitaplığındaki bütün kitapları sahafın birine satmış. Salim Çetin’e söyledim; bulabildiklerini geri aldı. Adını taşıyan anı evinde sergileniyor. Bana, “Babamdan sana ne kaldı?” diye sordu oğlun. “Anıları,” dedim, “binlerce anı”… Anlatmaya başlasam sabahı ederiz.
Abi, görüşmek üzere.
Bir yazarı bir başka yazar anılar demeti içinde ne de güzel anlatmış.Keyifle okudum.