Ağaçların Sessizliği İçinde
“Bir kaçak değilimse, bir kırgın hiç değilimse
Kızgın mavi bir mühürün borcuyum.”
Edip Cansever
“Yolculuk yol arkadaşlarıyla, dünya duyguyla” diyor Murakami. Kent yorgunluğu uykuya eklenince, rüyanızda kimsenin ulaşamadığı garip bir ülkeye yol alırsınız. Kah çok yüksek bir dağın doruğunda, kah kayalıkların arasından akan bir derenin kenarında oturursunuz. Dolunayın ardındaki gezegeni fark edersiniz. Sonra gün doğmadan uyanır yola düşersiniz. Öyle bir gecenin sabahında Yol Arkadaşım Trekking Grubu ile Bolu, Gerede’ ye doğru yolculuk başladı. Rota Bünüş Yaylası ve göletiydi…
Kızılcahamam’ dan sonra Gerede yaylalarına yaklaştığımızda çam ormanlarını seyre daldık. Otobanda inip yönümüzü Bünüş Yaylasına çevirdik. Girdiğimiz vadi Bünüş yayla evlerine çıkardı bizi. Rakım 1550… Bünüş köyü, yaylanın kuzeydoğusunda kaldı. Köyün tarihçesini araştırdığımda pek fazla bilgiye ulaşamadım. Tarihte Altınordu imparatorluğunun başşehri olan özerk Kazan bölgesinden ( Tataristan) göç eden insanların bir kısmı Ankara’nın Kazan ilçesine, bir kısmı da Bünüş köyüne gelmişler. Daha sonra Bünüş köyünden ayrılarak bugün Kazanlar köyü olarak bilinen yere yerleşmişler. Bünüş Yaylasına vardığımızda yayla evlerinin yalnızlığı içe dokunmayacak gibi değildi.. Ne hayatlar yaşanmıştı orada, kimbilir?.. Bölgeye has gelenekleri araştırdığımda ise Bünüş köyünde her yıl “Ferfene” düzenlendiğini öğrendim. Ferfene, Anadolu’nun birçok yerinde kış gecesi dost ve akrabalarla birlikte yenilen akşam yemeği ve eğlencesi demekmiş. Ferfeneyi, camide yaparlarmış.
Pek çok insan şehrinden, evinden uzaklaşmak istemez. Kimileriyse hareket etmeden nefes alamaz gibidir, aralıksız yer değiştirirler. İki uç nokta… Ama yelpazeyi katladığımızda iki ucun çakıştığını görürüz. Günübirlik yolculuklara çıkmanın, anları kazanmak olduğunu düşünüyorum. Rastlantı ve arkadaşlıklar, insanların duyguları için önemlidir. Yolculuk, sadece gezip görmek, bakmak mı? Bünüş’ün yayla evleri, içlerindeki ıssızlıkla bizi şimdi ile geçmiş arasında yolculuğa çıkarıyor.
Yayla evlerinden sonra ormanın içine daldık. Kar, ağaçların dallarında hükümdarlığını sürmeye başlamıştı. Soluklaşan ağaç gövdeleri yer yer karla kaplanmış. Zemindeki küçük otlar kar altında kalmış. Taşların yüzeyleri yosunla örtülmüş. Ara ara ağaçların üstünü tünel gibi örten karla yüklü dalların altından geçiyoruz. Ormanda yürürken kulağıma gelen tek ses, ayaklarımın altındaki karın sesi. Bolu-Gerede, Bünüş Yaylası parkuru hem keyifli hem de biz katılımcılar için görsel şölendi. Orman içindeki tatlı çıkışlar, patikalar da bu parkurun enstantaneleriydi. Kentin gri havasından kurtulup nefes aldığımız, ırmak suyunun deniz suyuna karışması gibi bir yolculuktu bu yürüyüş… Bembeyaz kar örtüsü içimizdeki gri kent havasını yıkayıp temizledi.
Gölete vardığımızda nefis bir manzarayla karşılaştık. Buz tutmuş olan gölet, gün ışığını türlü oyunlarla yansıtarak bize sunuyordu. Göletteki fotoğraf molasından sonra bir kızılçam ormanına girdik. Ormancılar yer yer seyreltme çalışması yapmışlar burada. Bir ağacın gövdesine yaslanıp dalların arasından gökyüzüne baktım. Yukarıda gri-beyaz bulutlar kümelenmişti. Gökyüzü, sanki ortasında kaybolmaya çağırıyor bizi. Edip Cansever’ in dizeleriyle Gökanlam…
”Ey yalnız olan gök, ey su verilmemiş bıçak! / Herkes senin ozanındır / Herkes senin ozanındır bağışlatmak için kendini.”
Ayağımızın altında ezilen kar bir ara öyle yoğunlaştı ki yoğun bir krema üzerinde yürüdüğümü düşündüm. Gerçek ve rüya, belki de masal…. Ardında ekmek kırıntıları bırakan Gretel oldum yürürken. Kızılçam ormanının içinde çikolatadan yapılmış evi aradım bir ara. Her parçasını koparıp yiyebileceğim enfes bir ev… Masalsı ev bulutların ardında, kızılçam ormanının arkasında, bir rüyada, bir fantezideydi. Sıcak gülüşlerin ardında ise kent yorgunu insanlar vardı…
“Çünkü onlar ki yalnız kendilerinde gömülü
Yüzlerinde dağa çıkmışların yüzü var.
Giderler, gelirler ve asıl gök kıvamındalar …”
Edip Cansever
Kızılçam ormanında yürürken sağ tarafta daha sık bir orman görüyorum. Ağaçlar öylesine çok ki. Gün ışığından o tarafa bakınca ormanın içi çok karanlık görünüyor. Ağaçlar karanlık bir duvar gibi. Karanlık ormanın ne kadar derin olabileceğini merak ediyorum. Sanırım bir kez kaybolursam derinliği ölçebilirim. Karanlık ormana girmek bir labirente adım atmak gibi. Aslında kendi içimizdeki labirente adım atarız. Ama Hansel ve Gretel’deki hikaye gibi, ne kadar önlem alırsan al, orman tuzaklarla doludur. Keskin gözlü kuşlar işaret olarak bıraktığım ekmek kırıntılarını yiyebilir. Parkuru bitirip de araç başında çayımızı yudumlarken geriye dönüp baktım. Ormana doğru… Edip Cansever’in Gökanlam’ındaki gibi. Bir adam ve güneşten bir kadın gülümsüyordu.
“Çevirin takvimleri, anlamı ağrı olan gözlükleri
Ekim, Kasım aylarını özellikle
Kirli kış göklerini, kaybolan şehirleri
Bir adam, güneşten bir kadın dişlerinde”
Neyse, anlatmakla bitmeyecek bir parkurdu. İçinizdeki ormanda kaybolmamanız dileğiyle yeni parkurlarda görüşmek üzere…
DEMET GÜNGÖR