7 Ağustos 2016 sabahı gün ışırken kalktım. Trekking çantamı hazırlarken, beyaz patiskadan, mor çiçeklerle bezeli bohçamı da çantama sıkıştırdım. İçine de umutlarımı, düşlerimi, hayallerimi, kaygılarımı, kırgınlıklarımı ve kentin yorgunluğunu koydum. Yol Arkadaşım Trekking grubu ile Yozgat-Aydıncık-Kazankaya Kanyonu’na doğru yola çıktık.
Ankara-Kırıkkale yolu üzerinden Sungurlu’ya vardık. Sungurlu’dan sonra, Kırıkkale-Tokat yolunu takip ettik. Alaca ve Çöplü’yü geçtik, Kazankaya Kanyonu’nun başlangıç noktasına vardık. Ankara’dan 260 kilometre… 48 kişilik kalabalık bir gruptuk. 675 rakımlı Kazankaya Kasabası, Yozgat’ın Aydıncık ilçesine bağlı. Kanyonda bu kasabanın yakınından başlıyor. Kazankaya Kanyonu’nun girişinde güzel bir lokal yapmışlar. Orada bize yöresel bazlamalarla enfes bir kahvaltı hazırlamışlardı. Yanında ev yapımı ayran ikram ettiler. Su sesi, kahvaltı yaptığımız yerden duyuluyordu.Ardından içtiğimiz çaylar sonrasında, hazırlıkları tamamlayıp yürüyüşe başladık.Yerel rehberimiz kanyona girmeden önce grubu bilgilendirdi.
Kanyonun; Yozgat tarafına Kazankaya Kanyonu, Çorum-İncesu tarafına İncesu Kanyonu diyorlarmış. Aslında aynı kanyonmuş. Kanyonun uzunluğu 10 kilometre. İki ilinde sınırları içine giriyormuş. Biz Yozgat tarafından girip, Çorum’dan çıkacağız.Bu kanyona Kibele Kanyonu diyenler de varmış. Yüzyıllar öncesindeki insanların dokundukları taşlara dokunmak heyecan veriyor, sağaltıyor insanı. Şakaklara düşen kırların bilgeliği var taşlarda…
Kazankaya Kanyonu’nun girişinde kapı gibi duran iki yüksek kayalık var. Soldaki kayalık 1180 metre, sağdaki kayalık 1160 metreymiş. Kanyonun 50 metre genişliğe, 200-300 metre derinliğe ulaştığı yerler vardı. İki yüksek kayalığın girişinde, dışarıdan gelecek tehlikelerden korunma amacıyla, horasan harcı kullanılarak bir sur yapılmış.
Yaşam, kanyonun içinde devam etmiş. Kanyonun içinden geçen Çekerek Irmağı, Yeşilırmak’ın bir koluymuş. Antik çağlarda adı Scylax’mış. M.Ö. 515 yıllarında Kral Darius, Scylax adındaki Konyalı bir gezgini, İndus nehrini keşfe yollamış. Irmak, adını bu gezginden almış.
Hava oldukça sıcaktı. Ama kanyona girince serin bir hava ile karşılaştık. Çekerek Irmağı’nın suları ekim ayına kadar sakin oluyormuş. Sular yükseldiğinde burada rafting de yapılabiliyormuş. Irmağın kenarında tek sıra yürümeye başladık. Suya girmek için sabırsızlanıyorduk. Su geçişlerine başlamadan önce rehberimiz, temiz su kaynağını gösterdi. Kanyon boyunca sadece 500 metre ileride bir kaynak olduğunu, ondan sonra su bulamayacağımızı söyleyerek uyardı. Suyu azalan arkadaşlar şişelerini doldurdular.
İlk su geçişimiz çok eğlenceliydi. Buz gibi sulara bıraktık kendimizi. Suyun içinde çocuklar gibi mutluyduk. Bu arada çantamı açıp, bohçamdan kırgınlıklarımı, kaygılarımı ve kent yorgunluğunu çıkarıp, Çekerek Irmağı’nın sularına bıraktım. Arınıp, yenilendim. Moladan sonra, yine ırmak kıyısından, iki yanımızda yükselen kayaların dibinden ilerlemeye devam ettik.
Epeyce ilerledikten sonra, altta gürül gürül akan ırmağın üzerine konmuş, ağaç dallarından yapılmış köprünün üzerinden geçtik. Bir de grubun maskotu, minik İpeğimiz vardı. Bazı su geçişlerinde elden ele geçirildi. 9-10 yaşlarında minik doğa sever… Gülüşü insanın içini umutla dolduruyor.
Çekerek Irmağı’nda su samurları da varmış. Ama göremedik. Coşkuyla akan su, gözlerde parlayan yıldızların ışıltısını yansıtıyordu. Arada göz kırpıyordu sanki… Buz gibi sulara girip çıkmak yorgunluğumuzu alıp götürüyordu. Derin bir su geçişi, iki yakaya ip gerilerek yapıldı. Geçerken heyecana kapılanlar oldu tabii ki… Ayrıca kanyonda kızıl şahin, karaleylek, kuzgun, kerkenez, puhu, kaya serçesi, kızıl gagalı dağ kargası varmış. Yükseklerde kızıl şahini gördüğümde hemen çantama sarıldım yine. Tam zamanıydı. Bohçamı açıp, bu kez umutlarımı, düşlerimi, hayallerimi çıkardım. Kuşlara verdim. Onlar verdiklerimi mavi göklere çıkarırken, düşlerin mavi özüne daldım. Zihnimden geçen sıcak ışık, sanki beni gökkubbenin eteklerine çekiyordu.
Son su geçişinin debisi oldukça yüksekti. Erkek arkadaşlar bedenleriyle bariyer kurdular. Sırayla, hızla akan suya kapılmadan geçtik. Sonra ara ara su geçişlerimiz devam etti, ama durgun ve sığ sularda. Sonunda en çok merak ettiğim yere vardık. Kybele’nin kabartması… Boyu 3.16 metre, omuz genişliği 1.20 metre olan muhteşem Kybele… Odun toplayan bir köylü bulmuş kabartmayı. Bölgede av tanrıçası kabartmaları da vardı. Çoğu yerde fotoğraflayamadım gördüklerimi. Sık aralıklarla su geçişleri yapıyorduk. O yüzden, ıslanmasın diye makinemi çantama koymuştum. Bu bölge M.Ö. 2. Yüzyılda avlak olarak kullanılıyormuş. Kybele kabartması, kanyonun İncesu girişinden 1 kilometre sonra. Yüzünü ve göğüslerini define aramak için parçalamışlar. Ama yüzün baktığı yerde akropolis varmış. 1100 metre yükseklikteki akropolis, Eski Yunan’da kentin yanıbaşındaki yükseltideki şehirmiş.
Biz Kybele’yi seyrederken, Kybele ile çobanın aşkını anlattı rehberimiz.
Kybele’nin mitolojide farklı anlatımları, her kültürde farklı isimleri var. Ama en çok bilineni bu efsane. Frigya kralının kızı olan Kybele, Attis adındaki bir çobana aşık olmuş. Kral buna çok kızmış ve çobanı öldürtmüş. Çok üzülen Kybele, Attis’in başında günlerce yas tutmuş. Rahipler artık Attis’in bedenini gömmesi gerektiğini, eğer gömmezse Frigya’da hastalık salgını çıkacağını söylemişler. Kybele çaresizce Attis’in bedenini gömmüş ama ruhunu gizlice kendine saklamış. Mucize bir şekilde Attis yeniden hayata dönmüş. Sonra Attis, Kybele’ ye verdiği sözü unutarak Pessinus Kralı’nın kızını sevmiş. Evlendikleri gece düğüne Kybele’yi de davet etmişler. Kybele düğüne geldiğinde Attis ne yapacağını bilememiş. Kendini öldürmüş. Attis’in toprağa dökülen kanlarından mor çiçekler fışkırmış. Kybele buna çok üzülmüş. Onu sonsuza dek, yaz kış yapraklarını dökmeyen bir çam ağacına çevirmiş.
Daha sonra Kybele, doğadaki yeniden doğuşun, ölümsüzlüğün, bereketin tanrıçası olmuş. “Ana Tanrıça”olarak anılır. Bizim kültürümüzde ise Toprak Ana’nın adı “Umay Ana” dır. Kybele’ye ait yerlerin dağlarda ya da kayalıklarda olduğuna inanılmaktaymış. Bundan dolayı, çıplak kayalıklarda, su kaynaklarının başında onun adına tahtlar kurmuşlar. Törensel kutlamalarla yapılan dini bayramlarında, 21 Mart’ta ilkbahar, Attis’in ölümüne yapılan ağıtlarla başlarmış. 25 Mart’ta onun dirilişini simgeleyen kutlamalarla sürermiş. Menekşeler Attis’in kanından dökülen damlaları, çam ağacı da Attis’i simgelermiş. Sonra Kybele’nin heykeli, çiçeklerle ırmağa götürülüp suyla yıkanırmış. Buna da arınma derlermiş.
21 Mart, Selçuklu’da ve Osmanlı’da da resmi bayram olarak kutlanırmış. Osmanlı’da 21 Mart’a “Nevruz-u Sultani” denirmiş. İncesu Kanyonu diye adlandırılan kısımda, Çorum sınırları içinde, kaya diplerinden yürüyüş yolu, mesire yerleri yapmışlar. Irmakta balık tutanlar günün oldukça bereketli olduğunu söylediler. “Çay balığı” tutuyorlarmış. Ne de olsa bereket tanrıçasının toprakları…
Yürüyüş sonlanıp, İncesu Köyü’ne girdiğimizde araçta sırayla ıslak giysilerimizi değiştirdik. Sonra Şapinuva Antik Kenti’ne doğru yola koyulduk. Anadolu, öyle bir uygarlık beşiği ki… İncesu Kanyonu’ndan 9 kilometre sonra Çorum-Ortaköy’e geçtik. Şapinuva Antik Kenti, Ortaköy’ün 3 kilometre güneybatısında. İlk kazı çalışmaları 1990 yılında başlamış. Ortaköy-Şapinuva, Boğazköy’den sonra, Hitit Çağı kültürünün karanlıkta kalan yönlerini aydınlatacak ikinci bölgeymiş. Çok sayıda tablet çıkarılmış. Burasının idari, askeri ve dini bir merkez olduğu tesbit edilmiş. 9 kilometrekarelik bir alanın, Hitit devletinin ikinci büyük kentinin yerleşim alanı olduğu sanılıyormuş. Kazı çalışmaları hala devam ediyordu.
Zaman azalıp, gün bittiği için bölgeyi hızlı bir şekilde gezerek Kazankaya Kasabası’na doğru yola koyulduk. Oraya vardığımızda, akşam yemeğimiz yöresel pidelerle hazırlanmıştı. Yemekten sonra çaylarımızı içip Ankara’ya dönüş yoluna çıktık.
Doğanın ruhunda müthiş bir masalcılık var. Gün boyunca hava, yüzyıllar öncesinin öyküleriyle doluydu. Gökyüzünün altında, ayak bileklerimize dolanan masallarla Kazankaya Kanyonu’nun ırmağında yürüdük. O’nun masalları Çekerek Irmağı’nda akıyor. Yol Arkadaşım’a ve Aytekin Gültekin’e bu demli çay tadındaki, efsanelerin ve doğanın birlikteliğini içeren gezi için teşekkürler.
“….
beni böyle alkışlayan doğa, varlığın ruhu
size teşekkür ederim, yanağınızdan bir makas
alırım. ama biliyorum, hayat geçerken
uğranılan. hep burada kalsam da olurdu.”
İlhan KEMAL ( Ağır Çıvgın/ İnziva)
Sınırlarla çevrilmemiş boşlukta, yeni başlangıçlar bulmanız dileğiyle…
DEMET GÜNGÖR