(*) “Eskişehir hamamları kudrettendir.” der yaşlılar… Hamamlarının külhanlı değil, termal olduğunu anlatır bu söz. Hamam, Eskişehir’de olduğu kadar başka hiçbir yerde bu kadar özdeşleşmemiştir insanla. Günlük hayatın vazgeçilmezi, kültürün parçası hatta hayatın ritmi olmamıştır. Bu şehirde yaşayanların sıcak su tutkusu, “Eskişehir’in kızı anam der ağlar, hamam der ağlar” deyişiyle yer etmiştir dillere, gönüllere…
1970’li yılların sonlarına doğru Eskişehir’de toplu konut yaşamının artmaya başlaması yıkanma ihtiyacını karşılama bu konutlarda daha modern hale dönüşmüş, hamamlar da o tarihe kadar olan işlevi ve önemini bir anda kaybetmeyle karşı karşıya kalmıştır. Ancak belli bir süre sonra evlerdeki banyoların hamam tadını vermediğinin anlaşılmasıyla tekrar kendine çekmiştir Eskişehir’liyi…
Bugün yaşı 45 dolaylarında olan her Eskişehir’li erkek, hamamcı teyzelerin (!) “… Hanım hanım! Artık babasını da getir istersen.” serzenişine annesinin ya da ninesinin; “Teyzesi, küçük o daha, bakma boyunun büyüdüğüne…” şeklindeki savunmalarına tanık olmuşlardır.
Erkek çocuklar ilkokula başlayıncaya kadar annesinin ayrılmaz parçasıydı o tarihlerde. Eğer boyu kısa ise bu ikinci hatta üçüncü sınıfa kadar devam ederdi. Evlerde şimdiki gibi ısınma ve banyo sistemi yoktu. Sobayla evlerin ancak bir veya iki odası ısıtılırdı. Kışın sobada kaynatılan sularda ve sıcak odalarda büyük galvanizli saçtan yapılmış leğenlerde yıkanılırdı.
Yazın ise durum biraz daha iyiydi. Ocaklarda ısıtılan suyla evin banyoluğunda paklanılırdı. Ertesi gün okula ve işe gidileceği için haftada bir defa pazar günleri kurulurdu yıkanma düzeni. Evin kadını için çileydi yıkama işi: çocukları yıka arkasından kayınvalideyi yıka derken kendine sıra gelmezdi zaten. Bu eziyete rağmen istenildiği gibi de temizlenilmezdi.
En iyisi hamama gitmek doya doya su dökünüp yıkanmaktı. Eşe dosta rastlanılırdı, yolda ya da hamamda. Hem gezinti, hem temizlik hem de iletişim imkânı sağlardı hamam ve hamama gitmek.
Kadınlar hamama giderken yolda rastladıkları tanıdık kadınlar tarafından “hayırlı komşu versin, Allah” temennileriyle uğurlanılırdı. Sebebi çok basitti; hamam, kadın ve kavga… Kadınlar hamamının vazgeçilmeziydi. Ancak bazı mahallelerin kadınları bu konuda daha cengâver olduklarından onlara karşı dikkatli olunurdu. Bunlar bakışlarından, tavırlarından ve şivelerinden tanınırlardı. Hamam kavgalarının silahları ise; bakır tas, takunya ya da peştamala sarılı sabun kalıplarıydı. Kavga sebepleri ise, su sıçratmak, çocuk tartışması, paylaşılamayan kurnalar ya da gusül abdesti alınırken diğerinin örtmesi gereken yerlerini örtmemesi olurdu.
Çocuklar hamama girerken ya anadan doğma olur ya da don giydirilirlerdi. Kadınlar ise sadece belli yerlerini kapatırlardı. Bu da oğullarına, yeğenlerine ya da komşularına gelin arayanların işini kolaylaştırırdı. Fiziki durum baştan aşağı böylece kolaylıkla incelenebilir, sonra usulden sohbet açılıp konuşması dinlenilir, “sırta kese sürme” isteği bahanesiyle de elinin işe yakışıp yakışmadığı anlaşılmış olurdu.
Bebek kırklamalar ile gelin hamamları ayrı birer gelenek ve keyifti.
Giderken hazırlanan sarmalar, dolmalar, börekler ise piknik havası katardı hamama. Ramazan aylarında iftara yakın gidilir, oruçlar hamamda açılır sonra rahat rahat paklanılırdı.
Kadınlar genellikle kendileri yıkanırlar, “sırta kese sürme” kurna komşularıyla imece usulü yapılırdı. Ekonomik durumu biraz daha iyi olanlar ya da tanınmış ailelerin kadınları özel banyo tutarlar ve natıra teslim ederlerdi kendilerini.
Şehir efsaneleri gibi hamam efsaneleri de anlatılırdı. Haftanın belli günleri erkekler ile kadınlara dönüşümle hizmet veren hamamlarda “hamile kalmış genç kız ya da dul kadın” efsaneleriydi bunlar.
Bu hamamlara annelerinin koltuğunun altında giden ve “daha küçük teyzesi” sözleri ile savunulan o erkek çocuklar (!) yıllar geçip de evlenecekleri çağa geldiklerinde, eşinin götürüldüğü gelin hamamlarını, eşlerine tarif ederlerdi. Hem de hamamın tüm ayrıntılarını…
O zamanlarda kadınlar hamamı, erkek çocuklar için karşı cinsi çıplak gördüğü, incelediği ve öğrendiği doğal anatomi laboratuarı görevi görürlerdi.
“Hamamcı Teyze” tarafından kovulmak erkek çocuğun büyümeye başladığının işaretiydi. Bu andan sonra artık babası, dedesi ya da büyük ağabeyleriyle erkekler hamamına götürülmeye başlanırdı.
Eski zamanlarda sabah namazından önce paltosu ya da ceketi omzunda asılı olarak koşar adımlarla önüne bakarak yürüyen erkeklere selam verilmemesi gerektiği anlatılır, bu hareketleriyle kişiler, “benim gusül abdestim yok, Allahın selamını alamam” mesajı verdikleri söylenirdi.
Yine hamamda selamlaşılmaz, sıhhatler olsun demekle yetinilirdi. Bu da dini inancın yansımasıydı.
Erkekler hamamına peştamallı girilirdi, bu hem dini bir uygulama hem de toplumsal terbiyenin gereğiydi. Boş kurna bulunur ya da birinin yanına ilişilir ve yıkanılırdı. Erkekler, kadınlar kadar uzun süre kalmazlardı hamamda… Yıkanılır, abdest tazelenir ve çıkılırdı. Tellağa kendini yıkatacaklar bir süre terlemek için bekler ve vücutlarına ılık su dökerlerdi. Hamama girer girmez havuza giren ya da sıcak su dökünenin acemi ve yabancı bir müşteri olduğu hemen anlaşılırdı. Çünkü sıcak su kiri vücuda yapıştırır ve keseyle çıkmasına engel olurdu.
El şakası, kurna kavgası, imece usulü “sırta kese sürme” uygulaması erkekler hamamında olmazdı. Orta yaşa yakınlar hemen yıkanıp çıkarken, yaşlılar biraz zaman geçirmek biraz da kas ve kemik ağrılarına şifa olacağı inancıyla daha uzun süre kalırlardı hamamda ve akan suyun altında otururlardı.
Hamam havuzları yüzme eğitiminin ilk basamağıydı erkek çocuklar için… Havuzlar 8–10 kulaçlık ve çok sıcak da olsa, içinde çırpına çırpına oyalardı erkek çocukları… Su sıçrattıkları için çevredeki yaşlı amcalardan azarlanmayı göze alarak…
Gençlerin ise, gövde gösterisi yaptığı yer olurdu hamam havuzları. Suya yüksekten atlamak, suyun altında uzun süre durmak gibi…
Damat hamamları olsa da, bunlar patırtısız ve sakin yapılır, çoğu zaman kimse anlamazdı bile.
Erkek hamamlarında kimse kızına, yeğenine ya da komşusuna “damat” aramazdı ve kapılarında peştamal asılı olmazdı. Çünkü kapıdaki asılı peştamal hamamın o gün “kadınlara mahsus” olduğunun işaretiydi.
Erkek hamamlarında “hamam oğlan” efsaneleri anlatılsa da gören ya da muhatap olana rastlanmazdı.
Hamamdan çıkıp da havlulara sarılmış halde dinlenirken gazoz içmek çocukların vazgeçilmeziydi. Havluya sarılı halde bir süre dinlenilip terlenilmeden, alelacele giyinilerek çıkıldığında sokakta buram buran ter dökülürdü. Yaz aylarında pek sorun olmazdı da, kış mevsiminde Eskişehir ayazında zatüreye davet olurdu bu.
Hamam parası, keseci hakkı, gazoz açtırması, dolapçı bahşişi, ayakkabıcı harçlığı derken erkek hamamları, kadın hamamlarına göre daha masraflı olurdu. Ama keyfin bedeli olmazdı cebi paralılar için…
Hamama çok tok girilmediği için, çıkınca acıkılmış olunur ve köftecinin yolu tutulurdu. Yanında şırası ve kızarmış ekmeğiyle…
Hamam temennileri; “Sıhhatler olsun”, “Sağlık suların olsun” ve “Güle güle kirlen” olurdu…
“Hamamcı Teyze” tarafından kovulan erkek çocukları büyüdüklerinde, Eskişehir dışında Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki hamamlara gitseler de, Eskişehir hamamlarının yerini tutmadığını anlarlardı.
Diğer yerlerdeki hamamlarda rahatsız edici iki uygulama görürlerdi. Biri tellakların, dolapçının, ayakkabıcının “arsızca” bahşiş isteyişi, diğeri de tellakların yıkama yöntemleriydi.
Eskişehir hamamlarında arsızlık olmazdı, herkes hakkına razı ve alçak gönüllüydü. Hamamdan çakın müşteri huzurlu ve dingin olurdu. Tellakları da, diğer yerlerin hamamlardaki gibi müşteriyi yüzüstü ya da sırtüstü yatırmaz, peştamalı çıkarttırıp avret yerlerini örtmek suretiyle keseleyip sabunlamazdı, çünkü bu durum müşteriyi savunmasız ve huzursuz ederdi. Tam tersi müşteriyi oturduğu yerde, örselemeden güven verici ve rahatsız etmeyecek şekilde temizlerdi.
Bugün artık kadın hamamlarında erkek çocukların görülmediği, “hamamcı teyze” ile “anne” diyaloglarına rastlanılmadığı, cengaver mahalle kadınlarının olmadığı, gelin hamamlarının, bebek kırklamalarının pek yapılmadığı anlatılıyor.
Erkek hamamlarında ise, “eski tas eski hamam”
(*) (Bu yazı ESKİyeni (Eskişehir Şehir Kültürü) Dergisi, Ağustos 2010, Sayı 18, S;7-10’da yayımlanmıştır.)