imgelem KÜLTÜR VE SANAT ESKİ GÜNLERDE MEKTUP

ESKİ GÜNLERDE MEKTUP

Çeyrek yüzyıl önceydi…
Bilgisayar, internet, cep telefon bilinmezdi. Bu günlerden yıllar öncesine birileri gitse ve e-posta dese akıllara “bak postacı geliyor selam veriyor” şarkısı gelirdi.
Telefon mahallelerde üç beş kişinin evinde olurdu, televizyon sayılı evlerde ve siyah beyazdı. Telefonla şehirlerarası görüşmek için postaneye kayıt verilir ve saatlerde beklenilirdi bağlansın diye…
Telgraf vardı, kısa bir iki cümleyle acele haber yollamak için…
Ama en önemlisi mektup vardı. İnsanın haberleşmesini sağlayan…
Haberleşmenin ötesinde birlikte soluk almak birlikte ağlayıp gülmek için satırlarında…
İşte mektupla ilgili olarak o tarihlerde yazdığım bir yazıyı aşağıda sunuyorum. Sanıyorum ki, mektubun o tarihlerde ne kadar değerli bir haberleşme aracı olduğuna dair ışık oluşturabilecektir. Bir mektup yazın gurbete ve cevabını bekleyin. Haklılığımı göreceksiniz…

GURBETÇİNİN İLACI

Mektup, uzak yerlerde yaşayanların satırlarda birbirlerine seslenişi, buluşması, dertleşmesidir. Bürokraside ise, sorumluluktan kurtulma, sözde aklanma aracıdır.

Aynı isimle anılmasına rağmen, çok çeşitleri vardır. Aşk mektubundan asker mektubuna, mahkûm mektubundan adli mektuplara kadar… Çeşitlilikleri çok olsa da, sonuçta gördükleri iş hep aynıdır. Satırlarda buluşmak, seslenmek…

Kişilerin konumlarına göre de değişir şekli, üslubu, kâğıdı… Kimi beyaz kâğıda dolma kalemle inci gibi sıralanırken, kimi de kurşun kalemle çala kalem defter yapraklarına yazılır. Bazıları tanrı selamı ile başlayıp hal hatır sorarken, diğerleri de boyalı cümlelerle girer mektuba, sonra geliştirir ve sonucu saygıyla bağlar. Bunların içtenliği, gerçekçiliği ise; satırların bir araya getirdiği kişilerce takdir edilir.

Tüm bunlar bir yana da; mektup, gurbetçinin ilacı, sılanın satırlara aktarılışıdır. Bilmez mektubun kıymetini, gurbete düşmeyen, postacı yolu gözlemeyen… Hele günlerdir, aylardır bekleyip de, sonunda aldığı mektup yeniden dünyaya getirir insanı… Açamaz zarfı, dolanır eli ayağına, gözler buğulanır, kalp atışı hızlanır… Açılıp ilk satır yutuldu mu; gözyaşının içe aktığı hissedilir. Eğer yalnızsan, yanaklardan süzülüverir. Bu akan sılanın pınarıdır, gurbetin cerahatidir. Bunun üzerine bir de sigara yakıldı mı, ortalık birden pembe yeşil arası bir hale bürünür. Adeta dünya değiştirilir. O mektup artık bitmez ikincisi gelinceye kadar… Bir daha okunur, bir daha, bir daha… Ezberlenir, isterse ciltler dolusu olsun. İkincisi geldiğinde ise yırtılıp atılmaz; özenle katlanır ve sandığın bir köşesinde saklanır. İnsan gurbette olduktan sonra ister can düşmanından gelsin o güzelim mektup, birden ana mektubu olur, yar mektubu, kardeş mektubu olur. Dedik ya, mektup bu, gurbetçinin ilacı. İlaç bu… Şifa olacak besbelli… İster dost versin, ister… Verilmiş ya, o bile yeter.

   İkiyüzlü olan, kendileri gibi başkalarını da kişiliksizleştirmek için riya dolu bir dünya kuranların mektuplarından değil, daha kişiliğini satmamış, duygularını kaybetmemişlerin mektuplarından söz ediyorum.

Sevdalı için bir başkadır mektup. İlaçtan da öte candır, canandır. Uğruna ölüm bile göze alınır, yıkılır, yakılır, diz çökülür… Sevdalıyı öldürmek mi istiyorsun; Kolay, ulaştırma mektubunu, yırt. Onun, mektup beklemesi; içten içe erimesi, bitmesidir. Bu tükeniş, beklenen mektubun gelişine kadar sürer. O bembeyaz kağıda, inci gibi, buram buram sevgi kokan, özlem kokan satırlar… İşte bu, hayattır.  Sonra sevdalı mektubu yazıp da verdimi postaya, hemen bekler cevabını. İsterse dünyanın öbür ucunda olsun.

Peki mektuba hep özlem mi duyarız ? Hiç istemediğimiz olmaz mı ? Bunlarda vardır tabii ….

İyisi, kötüsü, uzunu, kısası, kokulusu, çalakalemi, boyalısı, içten olanı ile çeşit çeşittir. Ama hepsi de anlamlıdır. Madem ilaçtır; o zaman yazmalı… Unutmamalı ki, unutulmayasın. Olsun da, iki satır olsun. Ama mutlaka olsun.

Kahretme gurbetçiyi, eritme bekleyeni sen dost (!) sen sevilen (!) sen ana, bacı, kardeş, sen postacı …

Kırşehir-Kaman 12.01.1986 (22.30)