Yazıevi Günlüğü (Aralık 2010)
AH O GÜZEL İNSANLAR!
3 Aralık 2010 / Cuma
“Behice Boran 100 Yaşında…”
Türkiye İşçi Partisi’nin son Genel Başkanı Behice Boran için bu başlık altında yurdun çeşitli yerlerinde bir dizi etkinlik düzenleniyor. Bugün ODTÜ’deki etkinliğe gittik Özen’le. Kültür ve Kongre Merkezi’nde, çoğu TİP kökenli eski arkadaşlarla karşılaştık. 90 yaşındaki Prof. İlhan Başgöz’ü dinlemek gerçekten heyecan vericiydi. İlk kez böyle bir olanağı elde etmiştim. Çok ilginç anılar, anekdotlar, tanıklıklar dinledik ondan. Bunların bir bölümünü BirGün gazetesi için haberleştirdim. Prof. Raşit Kaya ve Prof. Fuat Ercan, Behice Boran’ın “bilim insanı” yönünü anlattılar; onun Marksist bir toplumbilimci olarak 1940’larda Türkiye’de yaptığı bilimsel çalışmaların öneminden söz ettiler. Av. Erşen Sansal ise uzun yıllar savunmanlığını yaptığı Behice Boran’ın sıkıyönetim mahkemelerindeki dik başlı duruşunu övdü, “Behice Boran, yargılanırken hep yargıladı” dedi.
İzlencenin, “Dostları Behice Boran’ı Anlatıyor” bölümünde konuşanlardan biri de eski TİP’ten arkadaşım Peyami Arıırk’tı. Bu etkinlik için Çanakkale’den gelmişti. Kahve molasında ayaküstü lafladık. Yeni eşiyle tanıştırdı beni. Cunda adasında küçük bir lokanta işletiyordu önceleri. Ben hâlâ orada olduğunu sanıyordum. Ortağıyla anlaşamayınca birkaç yıl önce Cunda’dan ayrılıp Çanakkale’nin Ezine ilçesine yerleşmiş…
Kongre Merkezi’nin koridorunda Behice Boran’a adanmış değişik bir resim sergisi vardı. Türkiye’nin toplumsal tarihinden kimi acı sahnelerin üzerine, Boran’ın foto-kolaj yöntemiyle fotoğrafları işlenmişti. Serginin sanat danışmanı Aydın Bodur’la tanıştık. Konuşma sırasında, eski TİP Malatya Milletvekili Şaban Erik’in damadı olduğunu öğrendim. Yol-İş Sendikası’nda bir dönem Genel Sekreterlik de yapmış olan Şaban Bey, militan bir sosyalistti. TİP Trabzon Örgütü’nün çalışmalarını yakından izler, bizlere her zaman yardımcı olmaya çalışırdı. Ankara’ya yolum düştüğünde, genellikle onun konuğu olarak TBMM’ye giderdim. Meclis lokantasında çorbasını çok içmişimdir. Aydın’la sohbeti koyulaştırdık. Mimar-ressam Mükremin Barut’la Ankara’da resim atölyeleri varmış. Behice Boran resimlerini de bu arkadaşı yapmış. “Örtemediklerimiz” adını verdikleri sergiyi birkaç gün sonra Güneydoğu illerinde geziye çıkaracaklarını; sergide yer alan resimleri Tunceli, Urfa ve Diyarbakır’da halkla buluşturacaklarını söyledi.
4 Aralık 2010 / Cumartesi
Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı’nda “Musa Emmi”yi andık bugün. Salon tıka basa doluydu. İçeride yer bulamayanlar koridora taşmışlardı. “Emmi” adına çok sevindirici bir ilgiydi bu… Toplantıyı, Musa Uysal’ın yaşamını anlatan Yokuşta Yürüyen Adam kitabının yazarı Av. Şıhça Yavuz yönetti. “Emmi”nin kızlarından Prof. Dr. Meral Uysal’ın yanı sıra Nâzım Bayata ile ben de konuşmacıydım. Dinleyiciler arasında bulunan “Emmi”nin yakın arkadaşı Talip Apaydın da istek üzerine, eğitimci ve insan yönüyle Musa Uysal’ı anlattı. “Emmi”nin eşi Ayşe Uysal, toplantı bitiminde sevgiyle kucakladı tüm konuşmacıları… Uysal ailesi, etkinlikten sonra ikramda bulundu konuklara…
6 Aralık 2010 / Pazartesi
Sincan İstasyonu’nun Aralık 2010 sayısındaki yazılardan birinin başlığı şöyle: “Şair şiiri ruhunda bulamadığı için kelimeden mi çıkarıyor?” Çok güzel ve yerinde bir soru. Ama yeni değil, Yahya Kemal’in çok eskilerde sorduğu bir soru bu. Sanki günümüz şiiri için söylenmiş. Ruhunu yitirmiş, yalnızca sözcük ölülerinden oluşan bir şiirle yüz yüze değil miyiz nicedir?
15 Aralık 2010 / Çarşamba
Sinema tarihçisi, sözlükçü, çevirmen, yazar Nijat Özön ölmüş… Sözlükçülük ona babası Mustafa Nihat Özön’den “miras” kalmıştı adeta. Kurumların yapamadığı işi, o tek başına başarmış, bir örneği olmayan Türkçe Sözlük ve Yazım Kılavuzu’nu bir arada yayımlamıştı. Ben bunca yıllık yazı yaşamımda, Türkçenin doğru yazımı ve güncel kullanımı konusunda bu kılavuz kadar işlevsel ve yararlı bir çalışma görmedim.
Nijat Özön’ün az bilinen bir yönü de 1951 TKP tutuklamaları içinde yer almasıdır. Behice Boran, Ruhi Su, Arif Damar, Enver Gökçe, İlhan Başgöz, Ulvi Uraz, Orhan Suda, Mihri Belli, Sevim Belli, Şükran Kurdakul ve daha pek çok sosyalist aydın, o “tevkifat”ta işkenceli sorgulardan geçmişlerdi.
Nijat Özön’le -kısa bir süre de olsa- aynı kurumda çalışma şansını yakaladım. 1978 yılında İngiltere’den döndüğümde, Anadolu Ajansı’nın Dış Haberler Servisi’nde çalışmaya başladım. Aynı birimde o yıllarda Zuhal Avcı, Gül Aral, Ender Ülgen, Hasan Çapçı, Özden-Alpagut Erenuluğ çifti ve daha başka değerli çevirmenler vardı. Müdürümüz Gönül Buran, son derece bilgili, nazik, sevecen bir yöneticiydi. Bize huzurlu bir çalışma ortamı sağlamıştı. Nijat Özön, Fransızca çevirmenimizdi. Hem geçmişteki siyasal kimliği hem dil ve çeviri alanındaki yetkin çalışmaları dolayısıyla kendisine çok saygı duyuyordum. Ne yazık ki kısa süre sonra emekliye ayrıldı ve bir daha hiç karşılaşmadık. Böyle değerli bir yazın insanıyla aynı çatı altında, hatta aynı birimde çalışmak benim için büyük bir onurdu! Ölümü, derin bir eksiklik duygusu yarattı içimde. Kırk yıllık bir dostun ardından duyulan acıyı duyumsadım…
18 Aralık 2010 / Cumartesi
Ankara Büyük Arena Salonu’nda CHP’nin 15. Olağanüstü Kurultayı yapılıyor… Erkenden televizyon başına geçmiş, kanallar arasında dolaşarak havayı anlamaya çalışıyorum…
Kemal Kılıçdaroğlu’nun konuşmasını önceden öyle abartarak sunmuşlardı ki parti sözcüleri, biz de “İlk Hedefler Beyannamesi”ne benzer bir manifesto, bir seçim bildirgesi çıkacak sandık. Oysa bütünlüğü olmayan, bildik söylemlerden oluşan, tatsız tuzsuz bir konuşmaydı. İçerik de sunum da kötüydü. Hiçbir düşünsel tartışmaya tanık olmadık CHP Kurultayı’nda. Bol slogan, bol alkış… Tümüyle tribünlere, seyircilere yönelik, gösteri yanı ağır basan içeriksiz bir kurultay…
Parti Meclisi listesini Genel Başkan yapacakmış. Merkez Yürütme Kurulu’nu da tek başına kendisi belirleyecekmiş… Ne güzel! Hem böyle davranacak hem “demokrasi”den söz edeceksiniz! Hani nerede kaldı “parti içi demokrasi” söylemleri? Önce “çarşaf liste”yi savun, sonra “koşullar gereği” diyerek “blok liste”de ayak dire! Ne farkınız var Tayyip Erdoğan’ın “tek adam yönetimi”nden?
19 Aralık 2010 / Pazar
“Zaman zaman gündelik yazılarımı bir yana itip edebiyatçı kişiliğimi canlandırmak istiyorum. Oturup duyarlı öyküler yazıp çekmeceye atıyorum. Bir gün Türkiye düzelir, kendine gelir, bu çirkin politika dünyasının tutsağı olmaktan kurtulur, o zaman edebiyat, sanat yeniden yaşam kazanır umuduyla…” Oktay Akbal, Cumhuriyet’teki köşesinde böyle diyor, “1000 Gün Tutukluluk Olur mu?” başlıklı yazısında. Ben de sıklıkla yaşıyorum bu duyguyu. Ülkenin içine sürüklendiği durum, kaçınılmaz olarak bizi daha çok siyasal savaşıma zorluyor; bu koşullarda fildişi kulede oturup tuzu kuru edebiyat yapmak gelmiyor içimden…
21 Aralık 2010 / Salı
Öğleye doğru Selim Esen telefon etti, “Sana yeni kitabımı vermek istiyorum” dedi. “Ben Kızılay’a çok seyrek iniyorum. İkimizin ortak zamanını denk getirmek güç olabilir. Kitabı Tan Kitabevi’ne bırakırsan dışarı çıktığımda oradan alırım” dedim. Selim, “Beni oralara kadar yorma. Aydın Şimşek’in Kanguru Kültür Merkezi daha yakın, oraya bırakayım istersen” dedi. “Peki” dedim, “ilk fırsatta oradan alırım.”
22 Aralık 2010 / Çarşamba
Evde birikmiş dergileri toparlamaya çalışıyorum. Yarın kargoyla Reha Yünlüel’e göndereceğim bunları. Ozan ve fotoğraf sanatçısı Reha, Paris’ten kısa süreliğine İstanbul’a gelmiş. Yazıştık. Bana İstanbul adresini bildirdi. Elimdeki dergilerin (bir bölümü hayli eski, yani “arşiv” değeri taşıyor) hakkını verecek birine gitmesini istiyorum… Bir yandan yayınları toparlarken bir yandan da Akköy’den gelen son dergilere (Akköy, Akbük, Söke Öykü Roman) göz atıyorum. Hepsi de iki ayda bir çıkan bu dergilerin mimarı, Akköy’ün kültür şövalyesi Güven Pamukçu…
Bunca dergiyi Didim’den nasıl kotarıp yayımlar, pek usum almaz! Delilikte sınır tanımayan bir arkadaştır kendisi. Ama dergilerin Kasım-Aralık 2010 sayılarının başyazılarını okuyunca, artık onun da bu işten bıktığını anladım. Güven’in yazılarında açık biçimde görülüyor bu bezginlik duygusu. Her ne kadar, “Aga, ben hem deliyim hem deliyi korkuturum. Ateşi ateşimle yalarım” diyorsa da hemen ardından, “Bıktıııım, alıp başımı gitmek…” diye kesik bir tümce kuruyor. “Bu iş burada tıkandı. Zaten artık Didim’e yakışmadığını düşünüyorum yaptığım işlerin” diyerek dergileri kapatmaktan söz ediyor. Güven Pamukçu’nun satırları öfke ve sitem içeriyor. Duygularına fren, sözlerine filtre koymadan yazıyor… Ben Güven’in bu dergi macerasını uzaktan derin bir sevgiyle, saygıyla ama o ölçüde de kaygıyla izleyen biri olarak, “Acep bu işin sonu n’olacak?” sorusunu hep sordum kendime. Çünkü koşulları gereğinden fazla zorladığını, “iradeci / volantarist” bir davranış sergilediğini düşünüyordum. Şimdi kendisi de bu noktaya gelmiş gibi. “Bıktıııım!” diyor, alıp başını gitmekten söz ediyor…
Güven Pamukçu’nun yazı biçemi, düzyazının bilinen kurallarına pek uygun düşmüyor. Kimi satırları şiire daha yakın duruyor. Yer yer uçuyor, izlekten kopuyor, duygularının seline kapılıp yüreğinin gösterdiği yöne doğru gidiyor. İçini döküyor sakınmadan. Ünlem ve soru imleriyle yüklü, bilinç akışına uygun dağınık satırlar yazıyor. Bir derginin başyazısında (hadi sunum yazısı diyeyim) yarım bıraktığı bir konuyu öteki dergiden sürdürüyor Güven. Oysa içerikleri çok farklı yayınlar bunlar. Sunumların, her derginin kendi özeli ve sorunlarıyla ilgili olması gerekmez mi? Bir yayın yönetmeninin bu denli öznel davranması doğru mu? Sorular, sorular…
Konutkent, 23 Aralık 2010 / Perşembe
Reha Yünlüel için hazırladığım dergi paketini Yenişehir Postanesi’nin Kargo Servisi’ne götürdüm. Bayağı ağır bir paketti. Dergileri görevliye teslim edince çok hafifledim. Ancak, akşam eve gelip Reha’nın son iletisine yeniden bakınca, dergileri göndermekte geciktiğimi anladım. “12-22 Aralık” tarihleri arasında İstanbul’da olacağını yazmıştı Reha. Benim usumda nedense son gün olarak “29 Aralık” kalmış. Durumu hemen Reha’ya bildirdim. Fransa’dan, anında yanıt geldi: “Zaten elime ulaşsaydı da götüremezdim yük sınırından ötürü, ama önümüzdeki haziran arabayla gelip hepsini getireceğim. Sevgiler güzel insan…”
* * *
Selim Esen’in adıma imzalayarak bıraktığı kitapları (Kendileri ve Açık Çekmece) öğleüstü aldım Kanguru’dan. Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde “Abdullah Baştürk İşçi Edebiyatı Ödül Töreni”ne katılacağım için çay bile içmeden ayrılmak zorunda kaldım Aydın’ın mekânından…
Saat 13.30’a doğru ÇSM’deydim. Bana iletilen izlenceye göre tören 14.00’te başlayacaktı ama çevrede kimsecikler yoktu! “Vakit erken herhalde” deyip, Kültür Merkezi’nin üst katındaki resim-seramik sergisini dolaşmaya başladım. Ankara’daki Egeli derneklerin düzenlediği karma bir sergiydi. Tabloları tek tek inceledim. Resimlerin yanı sıra hat ve tezhip sanatından da örnekler vardı sergide. İzmir standındaki resimleri ötekilere göre daha nitelikli buldum… Saat ikiye doğru aşağıya indim. Fuayede ve salonda yine kimse yoktu! “Bu işte bir yanlışlık olmalı” diyerek salon görevlisine ödül töreninin saatini sordum. Görevli, elindeki dizelgeye baktı ve Abdullah Baştürk Ödül Töreni’nin yarın yapılacağını söyledi. O zaman anladım ki günleri karıştırmışım! Yapılacak bir şey yoktu. Eve döndüm.
24 Aralık 2010 / Cuma
Bugün saat 14.00’e doğru yeniden ÇSM’ye gittim. Ne tuhaf! Yine kimse yok görünürde! Danışmaya sordum, “Bu saatte Ödül Töreni olması gerekiyordu” dedim. Görevli, “O toplantı saat dörtte” dedi. Haydaaa! Bu ikinci “vukuat”ım mı benim? Defterimi çıkarıp baktım. Tuncer Uçarol’un bana bildirdiği saat 14.00. Demek sonradan değiştirilmiş. Ama değişiklik bilgisi iletilmediği için böyle bir durum çıkmış ortaya… Kültür Merkezi’nin kafesinde oturup bir şeyler okuyarak beklemeyi düşündüm. Ama kafeden içeri ayağımı atınca büyük bir değişiklikle karşılaştım. Kafenin düzeni, dekoru, havası değişmiş! Orası lüks bir mekâna dönüştürülmüş. Sonra anladım ki “yeni toplumcu belediyecilik” anlayışını savunan Çankaya Belediyesi burayı da özelleştirmiş! Eskiden 50 kuruşa içilen çayı artık iki buçuk liraya içecek sanatseverler! “Yeni CHP”nin sosyal demokratlığı da bu kadar işte! Sinirlenip çıktım kafeden. Kültür Merkezi’nin en üst katında dün göremediğim birkaç sergiyi daha dolaştım. Zaman su gibi akıp gitti. Saat dörde doğru etkinlik için yeniden aşağıya indim…
Munise Aren, Muharrem Kılıç, Tuncer Uçarol, Arif Berberoğlu, Nizamettin Uğur, Celal İlhan, Aslan Kavlak, Hasan Uysal, Remzi İnanç, İsmail Karakelle, İsmail Yılmaz, ilk gelenler arasındaydı. Arkadaşlarla ayaküstü sohbet ettik. Nizamettin Uğur, söz nereden açıldıysa, Nabi Yağcı’nın Taraf gazetesindeki yazılarını beğendiğini söyledi. Şaşırdığımı görünce, “Ona dönek demek doğru değil. Zaman içinde düşüncelerini değiştirmiş. Bir çıkar karşılığında böyle davrandığını düşünmüyorum” dedi.
Abdullah Baştürk’ün eşi Ayten Hanım, artık Antalya’ya yerleştiklerini söyledi. DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, çok katıldığım bir konuşma yaptı toplantıda. Abdullah Baştürk’ün, yarısı boş salonda anılmasına tepki gösterdi. “Bu konudaki sorumluluğun kendi payıma düşenini de üstleniyorum” dedi. Daha sonra AKP hükümetinin işçi sınıfına saldırılarından somut örnekler verdi ve şöyle dedi: “Sürekli kaybediyoruz. 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlama dışında somut bir başarı kazanamadık. Artık Abdullah Baştürk gibi, gerekirse yalınayak yollara düşmemiz, ayağa kalkmamız gerekiyor.”
25 Aralık 2010 / Cumartesi
Akşam saat yedi buçukta Şükrü Günbulut telefon etti. Yemeğe oturmuştuk. “Yunus Emre der ki, seni aramayanı sen ara!” diyerek yine sitemle başladı söze. “Yahu insafsız, daha yakınlarda aramıştım seni! Hiç sitemsiz günün olmayacak mı?” diye karşılık verdim. Gevrek gevrek güldü. Şükrü Günbulut, gönül adamıdır. Birbirimize takılmayı severiz. Havadan sudan konuştuk. “Soner Yalçın, Hürriyet’teki o yazıdan sonra seni aradı mı?”
diye sordu. “Yazıştık, sorun yok” dedim…
28 Aralık 2010 / Salı
Reha Yünlüel, Paris’ten telefon etti, yeni yılımı kutladı. Yıllardır Fransa’da yaşıyor. Bir süre önce özlem gidermek için İstanbul’a geldi, on gün kalarak kenti dolaştı, eski arkadaşlarıyla buluşup kucaklaştı. Ancak, çok istemesine karşın Ankara’ya gelemedi; dolayısıyla görüşemedik. On yıl önce Oran’daki evimize geldiğinde tanışmıştık. Fransa’da yaşamasına karşın iletişimimiz hiç kesilmedi; sürekli haberleştik. Telefonda ortak arkadaşlardan söz etti. Bir bölümüyle İstanbul’da buluşup görüşmüş. Telefon cızırtılıydı, ama Memuya’nın (Mehmet Murat Yaşar) ve Selçuk Yamen’in adlarını duyabildim. Ankara’dan Ergin Şehirli’yi, Mahzun Doğan’ı, Hande Kökten’i sordu. “Uzun zamandır hiçbirini görmedim” dedim. “İnsanlar artık kendi kabuklarına çekilmiş gibi. Ayrıca, müthiş bir düşünsel ayrışma, ideolojik savrulma var. Ben eski kavga arkadaşlarımdan çoğunun yüzünü bile görmek istemiyorum artık! Onların düzenle, AKP iktidarıyla, emperyalizmle bütünleştiklerini görmek acı veriyor bana. Bu yüzden, kendilerinden uzak durmayı yeğliyorum!” Reha da insanların bu denli uçlara savrulmasına şaştığını söyledi. Sonra “Şiir Postası” günlerini andık. “Şiir Postası”nı Facebook’a taşıdığını, ancak paylaşım öbeğindeki eski canlı ortamın çok geride kaldığını söyledi. Bir dönemin gerçekten de en etkin, en yığınsal şiir ortamlarından biriydi “Şiir Postası”. Reha, “owner” ve “moderatör” olarak herkese fazla hoşgörülü davrandığı ve kimi İslamcı figürlerin provokatif çıkışlarına sessiz kaldığı için çekirdek kadro dağıldı. “Posta”daki en yakın çalışma arkadaşlarından, “www.siir.gen.tr”nin sahibi Ergin Şehirli ile de yolları ayrıldı. Reha bir bakıma yalnız kaldı. Ben de bu süreçte koptum “Posta”dan ve Reha’nın tüm ısrarlarına karşın bir daha dönmedim o ortama. Ama Reha bana her zaman değer verdi, saygı gösterdi. O yüzden ilişkimiz hiç kesilmedi. Sanatsal-düşünsel paylaşımlarımızı özel yazışmalarla sürdürdük bugüne değin.
Reha, bir ara dergilere getirdi sözü. Ben, dergilerin okura yeterince ulaşmadığını, oralarda yazılan yazıların hiç ses getirmediğini söyledim. O, elektronik yayıncılık tasarısından söz etti; bu yayınların maliyetinin daha düşük olduğunu, ayrıca bilgisunar üzerinden satış olanağı bulunduğunu söyledi. Sonra da bana, tüm yazılarımı ve şiirlerimi bir Blog’da toplamamı önerdi. “Hem teknik bilgim hem zamanım yeterli değil bu iş için” dedim. “Sen yazıları bana gönder, ben senin adına bir blog açayım” dedi. Şimdilik ham bir düşünce. Ama Reha bu konuda çok istekli…
31 Aralık 2010 / Cuma
Akşama doğru saat altı buçukta Hikmet Aksoy aradı Vakfıkebir’den; Milliyet gazetesinin kıdemli foto muhabirlerinden İlhan Baştan’ın emekli olduktan sonra Vakfıkebir’e gelip Ballı köyünde yaşamaya başladığını, ama sağlık durumunun iyi olmadığını söyledi. Bu arada, Kıyı’da kendisi için yazdıklarıma teşekkür etti. “Trabzon’da bizim değerimizi bilen yok! Sen de olmasan iyice unutulacağız!” diye yakındı. Üzüldüm böyle düşünmesine. Elli yıldır dur durak demeden Trabzon basınına emek veren Hikmet Aksoy’u nasıl kucaklamaz o koca kent?
* * *
Selim Esen’in gönderdiği kitapları inceliyorum. İkisi de Evrensel Basım Yayın’dan çıkmış… Kendileri adını ilk duyduğumda, bu kitabın yıllar önce Papirüs dergisinde yayımlanmış sanatçı portrelerinden oluştuğunu düşünmüştüm. Yanılmıyorsan, Türkiye’de ilk kez Cemal Süreya başlatmıştı bu içerikte bir çalışmayı. Uzunca bir süre, ünlü ozanların kendi kalemlerinden yaşamöykülerini Papirüs‘te okuduk. Sonra Aziz Nesin, Nesin Yıllığı’nda sürdürdü aynı işi. Türkiye Yazıları dergisinde yer alan özyaşamöyküleri, bu alandaki üçüncü deneme olmalı… Nedense benim usumda hep Papirüs’tekiler kaldığı için, Kendileri ile o yazılar arasında bağ kurmuşum zihnimde. Bu yüzden de kitabı elime alınca ilk işim, İlhan Demiraslan’ı aramak oldu. (Demiraslan, o sıralar Trabzon’da hekimlik yapıyordu ve Papirüs’te özyaşamöyküsü yayımlandığında yanımızdaydı.) Önsözü okuyunca, kitaptaki özyaşamöykülerinin tümüyle Ahmet Say’ın Türkiye Yazıları’nda yayımlanmış anlatılardan oluştuğunu anladım. (Keşke dergi köşelerinde unutulmuş öteki özyaşamöyküleri de ayrı bir kitapta toplanabilse!) Bu tür yapıtların yazın tarihimiz açısından değeri tartışılmaz. Kendileri’nin kitaplığımda özel bir yeri olacak. Ancak böyle kalıcı bir yapıtın daha iyi bir kâğıda basılmasını çok isterdim. Özellikle fotoğrafların çamur gibi çıkmış olması hayli canımı sıktı.
Açık Çekmece ise benim için tam bir sürpriz oldu. Selim Esen’in bu çalışmadan daha önce söz ettiğini hiç anımsamıyorum. Anlattığı dönem, benim de doğrudan tanığı olduğum yılları içerdiği için anıları ayrıca ilgimi çekti. Ahmet Say’ın “Kitap Üstüne Birkaç Söz”ü, çok özlü, canlı, kuşatıcı bir yazı olmuş. Selim de süslü tümcelerden uzak, yalın bir anlatım biçimi oluşturmuş. Bu tür yazılarda içtenlik çok önemli. Takıldığım konu ise kapakta “Anı-Biyografi” olarak sunulan kitabın, iç sayfada “Anı-İnceleme” diye tanımlanması. Unutkanlık mı, özensizlik mi, anlayamadım.
* * *
“İnsanın anayurdu çocukluğudur” demiş Jorge Amado. Çocukluğuma dönmek istiyorum…