AHMET BÜKE: DELİ İBRAM DİVANI ROMANINDA BİR AİLENİN DENİZDEKİ MÜCADELESİNİ BİZE ANLATIYOR!
2002’de Kayıp Dua ile “Kısa Öykü”, 2008’de Alnı Mavide ile “Oğuz Atay”, 2011’de Kumrunun Gördüğü ile “Sait Faik “öykü ödüllerini; arada da Mevzumuz Derin ile “Gençlik romanı” dalında verilmiş edebiyat dünyamızım en saygın ödüllerini almış bir yazar Ahmet Büke. Birlikte çalıştığımız yıllarda ikide bir İstanbul’a gider, törenlere katılır ödülle dönerdi. Gittiğini yüksek sesle söylemez, biz ertesi gün basından izlerdik.
Şimdi de böyle midir bilemem, ben emekli oldum, o ise halen çalışmaya devam ediyor. Lakin bir insanın huyunun değişmeyeceği de bilinen bir gerçek!
Geçen hafta (Kasım 2021) Büke’nin Deli İbram Divanı [1] romanı çıkınca bütün kitaplarını okumuş biri olarak elbette bu kitabı da okumadan edemezdim. Hep denir, okuduklarınız size başka dünyaların kapılarını açıyorsa iyidir diye. Büke’nin romanı da gerçekten başka dünyalara kapı aralayan kitaplardan biri.
Öykülerini severek okuduğumu belirtmiştim, Ege insanın sıcaklığı, toprakla ve hayatla olan ilişkileri, yaşam kavgası bu hikâyelerin çoğunun konusuydu. Doğrusu kendi köklerinden kopmayan, üstelik bunu yazın alanına taşıyarak evrenselle buluşturan bir tavır benim en çok sevdiğim yanlardan biridir. Büke’nin öykülerinde bu damar fazlasıyla var.
Ege derken yazarın doğduğu Gördes ilçesi ve o yörenin özgün gelenekleri, insana sinen davranış kalıpları burada kastedilen. Ayrıca, Ege’de ve İzmir’de yaygın olan davranış kalıpları da öykülerde bir özellik olarak görülüyor; kaybedilen birinin ardından dökülen lokma geleneği, sokak arasında kurulan düğünler, akşamüstü sulanmış balkonda rakı keyfi, mahalle dayanışması….
Büke’yi sadece bu yerel renklerle yetinen, taşra güzellemesi yapan bir yazar gibi görmek de ona haksızlık olur. Onun kurduğu dil aynı zamanda geniş bir açıya dönüşüyor, bütün evreni kucaklıyor.
Kendi dedesini anlatırken bir bakıyorsunuz o dede bir tip’e dönüşüyor, dünyanın her yerinde görülebilecek bir geniş açıya dönüşüyor. Bu bağlamda; kah Cumartesi Annelerinin acıları öykülerine konu oluyor, kah 12 Eylül’de mağdur olanlar, bazen de Ölüm orucuna yatanların gördükleri düşler…. Çevremizdeki ağaçlar, börtü böcek, kuşlar, nehirler, gökyüzü ve bizi kuşatan her şeyi de bu anlatılanların içine katabiliriz.
Bütün bunlar büyük bir hüzün atmosferi içinde okura ulaşıyor, ama onun dilinde ve kurgularında iyimserliğin, Haldun Taner tarzı ironinin de fazlasıyla yer tuttuğunu görüyoruz. En olmadık yerde araya nüktenin girmesi, ironiyle gerçeğin tersten söylenmesi gibi.
Pek çok eleştirmen Ahmet Büke öykücülüğünü, Orhan Kemal ve Sait Faik geleneğinin yeni bir bileşimi olarak nitelendiriyor. Orhan Kemal’in toplumsal adaletsizliği, yoksulluğu, sömürüyü dile getirişindeki gerçekçilik ile Sait Faik’in incelikli, duyarlı ve şiirsel anlatımıyla insanı ele alan yaklaşımı Büke öykücülüğünün kurgusunda ve dilinde kendini gösterir.
Büke, bir söyleşisinde öykülerinin büyük çoğunluğunun an’ları anlatan parçaların birleşmesinden oluştuğunu söylüyor. Bu an’lar, fizikteki parçaların birleşip enerji oluşturması yasasında olduğu gibi düşünülmeli. Anlar birleşince bütüne ulaşılan bir durum ve bu bütünden çıkan büyük bir enerji.
Hülya Soyşekerci de bu durumu, “…kesintili, atlamalı ve duraklı…” bir yazım biçimi olarak niteliyor. Devamla, Ahmet Büke’nin yazım tarzında arada kalan boşlukların sezilmesinin okura bırakıldığını belirtiyor, Soyşekerci. Böylece okurun yolculuğu ile yazarın kendisinin yazma yolculuğunu kesiştiren bir anlayışın ortaya çıktığının altı çiziliyor.
Ahmet Büke öykülerinde insana dair olanlar yanında yanı başımızda bulunan canlılar da görüş alanımıza girdiğini söylemiştim. Bu paydaşlarımızın varlıkları ile dünyanın dengelendiği gerçeği ortaya çıkıyor. Bir kumru hapishane içindeki adaletsizlikleri gözleriyle görüyor, bir ceviz ağacı altında işlenenlerin farkında oluyor, karıncalar, böcekler, kediler, köpekler öykülerde birer kahramana dönüşüyor, kişilikleriyle bu dünyayı şenlendiriyor ve zenginlik katıyor evrene. Ve bütün bunlar Ahmet Büke öykülerinde şenlikli, çok katmanlı, çok ortaklı bir dünyanın varlığına işaret ediyor.
Bir gün bir yazı için bahçemizdeki ağaçları anlatmaya koyulduğumda, Ahmet Büke öykülerinde anlatılan nar ve ceviz ağacı gelip benim yazımın tam da ortasına konuvermişti. O koca dalları ve gövdesi ile bulunduğu her coğrafyada onlarca olaya tanıklık edeceği varsayılan ceviz ağacı. Yanı başında dallarına dadanan karıncalardan kurtuluşunu Gördesli babaanne ile dedenin atışarak önerdikleri çözümlerde bulan nar ağaçları…
Sanki öyküdeki bu ağaçlar Urla’daki bahçemize Büke öykülerinden kaçıp misafir gelmişti. Belki de dünyanın bütün ağaçları böyledir, hepsi kendi gizini ve hikâyesini yapraklarında, gövdelerinde taşıyor olabilirler. Ahmet Büke gibi iyi yazarlar bu gizleri bize taşıyor olamaz mı? Edebiyatla hayatın muhteşem kesişmesi bu olsa gerek! Kısaca Ahmet Büke’nin öykülerini ben böyle okudum. Elbette daha söylenecek onlarca görüş ve düşünce olabilir. Onları da eleştirmenlere bırakalım.
YA ROMAN; DELİ İBRAM DİVANI…
Roman Köstence’de yaşayan bir balıkçı ailenin hikâyesi. Büke’nin öykülerinde anlattığı birey toplum ilişkisi, sömürü, haksızlık, insanın iç dünyası, şiirsel bir dil, romanda en az öykülerde olduğu kadar yer alıyor. Üstelik Türk Edebiyatında fazla işlenmemiş bir konu; deniz ve insan ilişkileri de cabası.[2]
Denize ve teknelere ait kavramlar, kullanılan deyimler bütün görkemiyle romanda karşınıza çıkıyor:
“… Denizin üzerinde cirit gibi akıyordu. Yalpası ayarındaydı. Sert gelen dalgayı kıvamında karşılıyordu.(…) önce rüzgârı baş omuzluklarından alıp orsaya kaldırdı. Faça yelkeni denedi. Yeniden başını açtı, tiramola attı defalarca. Apaza geçti. Döndü pupada seyretti. Kavançalar attı. Köstence’nin etrafını voltalayıp durdular. (…) yorulunca demir atıp sigara tellendirdiler.“ (Shf. 197)
Görüldüğü gibi denizle haşır neşir olanların diliyle, onların kullandıkları kavramlarla bir tekne ve onu kullananlar anlatılıyor bize. Başta söylemiştik roman yoksul bir balıkçı ailenin öyküsü. Bu aile Köstence’de yaşıyor, “….açlık boz bir köpek ağzı olmuş, dolaşıyor bizim evde.”(shf.23) denecek kadar geçim sıkıntısı içinde kendini tarif eden bir aile. Balıkçı olan baba her gün yanına karısını ya da küçük oğlu Osman’ı alarak Dolungaz Koyu’na ya da Turgutça Kayalığı’na çektirmesi ile ava çıkıyor.
Tutulan balıklar evin geçimi için tek gelir kaynağıdır. Bu avın bir özelliği vardır, o da şu; Yunus balıkları açık denizden önüne kattığı balıkları Dolungaz Koyu, ya da Turgutça Kayalığı’ındaki koya sürüklüyor ve Yunuslardan kaçmaya çalışan balıklar bu kez burada Köstence’li balıkçılara av oluyor.
Romanda bu av “…Derya denilen sonsuz dağların, vadilerin ve gür çayırların arasında yırtıcı balıklar yaşardı. Misal ıskarmoz. Camgöz, orkinos, akya, lüfer, lambuka ve en bol olanı da boz yunus. İşte bunlar(…) av yaptığımız balıkları tek tek ya da sürüler halinde kıstırmaya çalışırlar. (…) en yaman yırtıcı da boz yunustur. Bir çapul kolu gibi ortaya çıktıklarında balık sürüsü derhal ikiye ayrılır. Yunus bir parçayı çevirmeye çalışırken kalanlar sığa doğru kuyruk vurur.”(63) Boz yunustan kaçan balık sürüsü sonra Köstence’deki koylara sığınır. Ancak bu balıklar bu kez artık avcılara yemdir.
Romanda denizdeki balıkların kendi aralarındaki mücadelesi de anlatılır. Büyük ve yırtıcı balıklar küçükleri kovalıyor, av için onların peşine düşüyor. Deniz sanki bir savaş alanı. Ama yapacak bir şey yok doğanın ya da hayatın döngüsü bu. Bu döngü nerdeyse bu koyların kaderi gibidir. Eğer Yunuslar balıklarının kovalayarak koylara kadar sürüklediği balıklar olmasa avcıların tutacağı balık üç beş kilodan öteye gitmeyebilir. Bu durumda da geçimini balık avcılığına bağlamış ailelerin vay haline! Kısaca Köstence’de balık avı için doğal bir denge oluşmuş; boz yunuslar ve diğer yırtıcı balıklar kendi avları için balıkları Dolungaz Koyu’na ya da Turgutça Kayalıkları’na kovalıyor, buraya gelenler ise Köstence’li balıkçılara av oluyor.
Yunusları avlayarak sayısını azaltıp dengeyi bozacak projeler de yok değil. Eczacı Süleyman bunların başında gelenlerden biridir. Kuracağı yunus balığı işleme fabrikası tam da böyle bir projedir. Bu da gösteriyor ki bu koşullarda Köstence’de balıkçılık giderek zorlaşacaktır. İşte babanın burada zor seçimi karşımıza çıkıyor, ya oğlu burada kalacak kendi gibi balıkçı olacak ya da ya da İstanbul’a dayısının yanına gidip başka bir hayatın yaşayanı olacak. Bu durumda seçilen yol, Osman’ın İstanbul’a dayısının yanına gönderilmesidir. Osman bu yolla yeni bir yaşamın içine girip hayatını Köstence’nin sadece balık avına hapsedilmiş çemberinden kurtaracaktır. Ancak son bir kez Osman’a babası, Köstence’de avlanmasının günah sayıldığı Yunus balığı avı yaptırıyor.
“..öğleden sonra avlağa geldiklerinde sisli bir hava vardı. Osman, Köstence fenerinden aynı babasının yaptığı gibi kerterizini aldı. Boz yunus sağanağı başladığında soğuk iliklerine kadar işlemişti. Yerden semaya ağan yağmur gibiydiler. Denizi bir noktadan delip çıkıyorlar, siyah yüzgeçleri altında çizgiler içindeki boz vücutlarını göstererek hızla, bir çapul kolunun nalları altındaki kuru dikenleri kırarak nefes nefese geçişi gibi dehşetli halde suyu yırtıp kayboluyorlar, yine görünüyorlardı. Osman tekneye iyice yakın geçen yavru bir yunusu ve hemen ötesinde yüzen anasını fark etti. Taylı olduğu için daha yavaş sıçrıyor, sudan çıkar çıkmaz gözüyle yavrusunu takip ediyor ve ondan yana düşüyordu. “ (shf. 36)
Osman takiptedir. Zıpkınını hazırlar, babasının öğüdü kulaklarında çınlamaktadır. Ve zıpkını önce yavru, sonra anne yunusa var gücüyle saplar. Bu sahne romana aynen şöyle geçer:
“…Osman zıpkını elinden bırakmadan önündeki karanlığa doğru şimşek hızıyla dürttü. Çekti. Önünde krem rengi bir vücut kalktı ve ağzının etrafındaki beyazlıklarla acı içinde kendi etrafında döndü. Yaralı tayın ağlamasına anası ses verdi. Sıçramayı bırakarak yavrusuna doğru yüzdü. Burnuyla dürttü onu. İşte tam o anda Osman zıpkını iki eliyle kaldırdı(…) boz yunusun etine girdi. Birlikte suya gömüldüler. (…) o akşam Osman eve Turgutça’da parçaladığı yunusları getirdi. Balıkçı et yığını dolu sepete elini attığında parçalardan birinin yavru yunusa ait olduğunu anladı. Oğluna baktı kaldı bir süre. Sonra evin bir köşesine gidip ağladı. Ondan sonra Osman’nı yunus avına salmadı.”(37)
Bu yürek burkan av sahnesi kimin yüreğini yakmaz ki. Bu sahneden sonra Osman’ı İstanbul’da görürüz. Kısaca romanın kurgusu bu elbette ara metinlerde başka olaylar da yaşanmıyor değil. Bu arada Köstenceli eczacı Süleyman da bir Yunus Balığı işleme fabrikası kurar. Buna karşı çıkan Osman’nın anne, baba ve kardeşleri öldürülür.
Roman Osman’nın İstanbul’dan tekrar Köstence’ye dönüşü ile son bulur. Görüldüğü gibi roman aynı zamanda bir polisiye tadında da okunabilir. Küçük bir balıkçı kasabasındaki insan ilişkileri, geçim sıkıntıları, denizde balıkların yaşama savaşı. Ava çıkanlar arasında yaşanan kavgalar, Osman’ın Köstence’ye döndükten sonra öç alması.
AH GÖZÜ KÖR OLASI YOKSULLUK!
Romanın hatırı sayılır bölümü babanın aileyi geçindirmek üzere çektiği sıkıntılar üzerine ilerliyor. Baba sürekli iyi ve bereketli balık avlamanın peşindedir.
Ancak bütün bu çabalar yoksulluğu yenmesine yeterli gelmiyor. Gece ay ışığında koylarda dalgalarla boğuşarak balıkları kovalamak, iyi bir avdan sonra eve ertesi günün rızkını çıkarmış olmanın mutluluğu ile dönmek, ya da balık yeterli miktarda değilse, evde bekleyen çocukların mahzun, boynu bükük bekleyişlerine tanıklık etmek babanın kaderi gibi…
Arada düşmanlıklar, ölesiye dostluklar ve arkadaşlıklar… Bunun yanında ilçedeki devlet görevlilerini yanına alan zenginler, müftüden günah sayılan yunus balığı avını bir günde günah olmaktan çıkaran fetva alınması… Toplumsal travmaya dönüşen baskılar, çaresizlikler Büke’nin büyülü cümlelerinde bazen hüzne, bazen birlikte direnince iyiliğe çıkan bir yol olarak karşımıza çıkıyor.
Kötülüğün karşısında dayanışma ve iyilik, her koşulda birlikte kurtuluşun olabileceği umudu. Hatta bazen nükteler ve şakalar bile satır aralarında gezinip duruyor.
Nasıl Orhan Kemal yoksulluğu Bereketli Topraklar Üzerinde bize anlatıyorsa, Büke’de Köstence’de bu balıkçı kasabasında anlatıyor bu durumu. Ekmeğini balık avından sağlayan balıkçı aileler, buna karşı denizin dengesini bozarak insanları avdan mahrum bırakacak projeler peşinde koşan Eczacı Süleymanlar…
Tıpkı Yaşar Kemal’in İnce Memed’indeki Abdi Ağa’sının yaptığı kötülükler gibi.
En sonunda, roman Osman’ın memleket hasretine dayanamayıp Köstence’ye dönmesi ile son buluyor. Büke, Osman’ın Köstence’ye dönüşünü insanın içini titreten bir anlatımla vermiş:
“…En son Köstence Feneri’ne kadar gitti.(…) sürüler halinde yaşayan gümüş martıları izledi.(…) Kayalara sarılıp dinledi onları.(…) …dalgaların köpürdüğü sınırda melanur ve ısparoz sürülerinin yayıldığı turkuaz meralar ve kumluk aynalıklar yanıyordu. Sahil çizgisinin üzerinden başlayan çalılara sürtünen rüzgâr, denizden yana getirdiği tuzlu nefesini yamaçlardaki hurma zeytinlerin üzerine bırakıyordu. Osman gözünün gördüğü, ayağının dokunduğu her yere ait olduğunu ve bu sonsuz evin en içinde köklenerek yaşadığını hissetti. Toprağa ve denize, hayata ve ölüme aynı anda yakın olma; onlardan gelecek her şeye razı olma hissi damarlarında akıyordu. Evindeydi.”(191)
Ben dilimin döndüğünce anlatmaya çalıştım, ama siz okuyun güzel Türkçe’nin ve iyi bir anlatımın tadına varım, derime!
[1] Ahmet Büke, Deli İbram Divanı, Can Yayınları, 2021, İstanbul
[2] Deniz imgesi edebiyatımızda önceleri zaferin ve şavaşın bir ögesi olarak ele alınmış bilindiği gibi. Daha sonra özgürlüğün ve kaçışın simgesi olmuş. 1940’ yıllarda ise Mavi Vatan söylemini kanıtlayan bir alan olarak düşünülmüş. Akdeniz’ deki gemicilerimizin birer kahraman ve Türk’ ün denizde yenilmez olduğu olgusu Ulus devlet olma çabalarına katkı olsun diye abartılarak işlenmiş. Ahmet Büke’ nin romanı da denizi anlatıyor ama bu kaygıların hiç biri ne iyi ki bu romanda görülmüyor.